BİRİNCİ BÖLÜM
Bedenin Hükümdârından İbâret olan Vücûd Halîfesi ve Sûfîlerin Onun Hakkında Garazları ve Onları Ta‘bîri Beyânındadır.
Bilinsin ki, muhakkak bu halîfe “küllî rûh”tur. Ve Allah Sübhânehû ve Teâlâ ona: “Ve iz kâle rabbüke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh” (Bakara, 2/30) ya‘nî “Yâ Habîbim, zikret şu vakti ki, Rabb’in meleklere ben yeryüzünde bir halîfe kılıcıyım, dedi” mübârek sözünde dikkât çekti. Ve en küçük âlemde onun karşılığı beden arzında “rûh”un halîfe kılınmasıdır. Biz bu kitabın başında ona işâret ettiğimiz şeyde kastettik; ve bu kitabın tamâmında onun meydana çıkarılmasına azmettik. Ve dünyâ hayâtının zâhirini bilen ve âhiretlerinden gâfil olan kör tenkîdçilerin kötüleme ve tenkîd etme korkusunu önbilgide yazdık. Ve tenkîdçinin ona bir yol bulamaması için murâd ettiğimiz şeyin hakîkatini ortaya koyduk. Şimdi biz Allah Teâlâ’nın bereketi üzerine söyleriz. Allah Teâlâ ise hakkı söyler ve doğru yola irşâd eyler.
Bilinsin ki, bu kitabın başlarında şerh edildiği üzere bir olan hakîki vücûdun gayrılık elbisesi ile zuhûru rûh mertebesinde olmuştur. Ve bu mertebe ferd ve vâhid ya’nî birdir. Çünkü birden ancak bir çıkar. Tahkîk ehli buna “küllî ya’nî bütünsel rûh” ve “ilk halîfe” derler. Ve küllî rûh emr, ya‘nî ilâhî küllî iştir. Nitekim âyet-i kerîmede “kulir rûhu min emri rabbî” ya’nî “De ki: “Ruh, Rabbimin emrindendir” (İsrâ, 17/85) buyrulmuştur..
Ve bu küllî ya’nî bütünsel rûhun cüz’leri ve tâbi‘leri sonsuzdur. Çünkü ilâhî küllî işin sonsuz cüz’leri ve tâbi’leri vardır ki, bunlara “ilâhî işler” ve “ilâhî bağıntılar” derler. Birin bağıntıları türündendir. Çünkü birin yarım, üçte bir, çeyrek, beşte bir ve diğerleri gibi sonsuz bağıntıları vardır. Ve küllî rûh, “hakîkat-i muhammediye”nin küllî olarak rûhî mertebede tenezzülünden başka bir şey değildir. Nitekim hadîs-i şerifte “Allah ilk önce benim rûhumu hálk etti” buyrulmuştur. Şimdi bu rûh ve onun tâbi‘leri ve cüz’leri rûhî mertebede kaldıkça, halîfeliğin fîilî eserleri ortaya çıkamayacağından, daha sonra bu küllî rûhtan ilâhî ilimde sâbit olan ilâhî isimlerin sûretlerinin görünme yerleri ayrıldı. Nitekim hadîs-i şerifte: “Ben Allah’tanım, mü’minlerde benim nûrumdandır” buyrulmuştur.
Mesnevî şerh edicilerinden, Bahr’ul-ulûm Mevlânâ Abdü’l-Aliyy (ks) Risâle’lerinde buyururlar ki: “Rûhlar iki kısımdır: Bir kısmının tasarruf ve tedbîr dolayısıyla bedenlere bağlantısı yoktur; cismimizde olan konuşan nefsin tedbîr ve tasarrufu gibi. Ve onlara “Kerûbiyân” derler. Bunlar da iki kısımdır: Bir kısmının cisimler âleminden haberi yoktur. Çünkü bunlar “mecnûnlar”dır. Vahdet ya’nî birlik tecellîleri kahrı onların ilimlerini yakmıştır. Âdem’e secdeye ve boyun eğmeye me’mûr olmadıklarının sebebi budur. Onlar Hak Teâlâ’nın azametinde kendinde geçmiş ve dîvâne ve Hakk’ın cemâlini mütâlaada yegânedirler. Ve onlara “müheyyem melekler” derler. Ve bir kısmının da her ne kadar cisimler âlemine bağlantısı yok ise de, onların her bir ferdi cisimlerden bir cisim üzerinde idâre edicidir. Zeyd’in cismini Zeyd’in rûhunun idâre edici olması gibi. Bunlar Kayyûmiyyet’in müşâhedesi içinde kendilerinde geçmiş ve hayrette kalmışlardır. Fakat onlar ulûhiyyet ya’nî ilâhlık bârigâhının kapıcıları ve rubûbiyyet ya’nî rabblık feyzinin vâsıtalarıdır.
Ve akdes ve a’lâ feyz hazreti iki kısım üzerinedir: Biri “hâs vech feyzi” ve diğeri “tertîb silsilesi feyzi”dir. “Hâs vech feyzi” Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretlerinin sirâyet etmesi yönünden kulun kalbine, gayrın vâsıtası olmaksızın, dolup taşan bir feyzden ibârettir. Ve “tertîb silsilesi feyzi” bahsedilen kapıcılar vasıtasıyla olur. Ve onlara “ceberûtî melekler” derler. Ve onların reîsine “rûh-i a‘zam” derler. Ve diğer bir itibâr ile “kalem-i a‘lâ” derler. Nitekim “Allah Teâlâ ilk önce kalemi hálk etti” buyrulmuştur. Ve diğer bir i’tibâr ile de “akl-ı evvel” derler. Nitekim “Allah Teâlâ ilk önce aklı hálk etti” buyrulmuştur.
Ve “rûh-i a’zam” bu sınıfın ilk saffındadır. Ve “rûhu’l-kuds,” ki ona “Cebrâîl” derler, onların son saffındadır. Ve diğer kısmı, her biri bir cisimde tedbîr ve tasarruf i’tibâriyle, cisimler âlemine bağlanırlar. Ve onlara “rûhâniyân” derler. Ve bunlar da iki kısımdır: Bir kısmı göklere dönük olarak tasarruf ederler; ve onlara “a’lâ melekût” derler. Ve diğer kısmı yere dönük olarak tasarruf ederler; ve onlara “ednâ melekût” derler. Ve her bir şey üzerine bir melek vekîl tâyin edilmiştir. Ve hadîs-i şerifte “dağların melekleri” ve “rüzgâr melekleri” ve “gök gürültüsü melekleri” ve “şimşek melekleri” ve “bulut melekleri” olarak bize ulaşmıştır. Tâ ki “Fe subhânellezî bi yedihî melekûtu külli şey’in” ya’nî “İşte O, Sübhan’dır. Herşeyin melekûtu O’nun elindedir” (Yâsîn, 36/83) hakikati perdesini kaldırmaya. Bu ma‘nâyı hakikati ile bilmek mümkün değildir.
Ve “cin” ve “şeytanlar” denilen ateşsel rûhlar “en aşağı melekût” cinsindendir. Ve onlardan ba’zıları insânî tür üzerine musallat edilmiştir. Ve “İblîs” onların reisidir. Ve onlardan ba’zıları teklîf ve vahyi kabûl edicilik ile muhâtaptır. Yolun imâmları ve tahkîk ehlinin seyyidleri indinde onlar hakkında bir çok ihtilâf vardır. Ve her biri kendi makāmından haber vermiştir. Ve onun şerhi uzundur.” Rûhlar ve melâike-i kirâmın hakîkati hakkında fakîr tarafından Fusûsu’l-Hikem’e yazılan şerhin önsözünde bir takım esâsa âit bilgiler verilmiştir. Burada tekrârı sözü uzatmak olur. Şu kadar îzâh edelim ki, melek “kuvvet” ve “şiddet” ma’nâsınadır. Rûhlar ilâhî sıfatlardan birer sıfat olan Hayat ve Kudret sıfatlarının gayrılık elbisesi ile açığa çıkan görünme yerleridir. Vücûd mertebelerinde ilâhî fiiller onlar ile açığa çıkar. Çünkü bir vücûdda hayat ve kudret olmasa, ondan aslâ bir fiil çıkmaz.
Ve ilâhî fiillerin en belirgin mertebesi şehâdet âlemidir. Bundan dolayı vücûdun halîfesi olan bu “küllî rûh”un birdîğerinden ayrılmış olan tâbi’lerine hitâben Hak Teâlâ “innî câilun fîl ardı halîfeh” (Bakara, 2/30) ya‘nî “Ben yeryüzünde bir halîfe kılıcıyım” (Bakara, 2/30) buyurmuştur. Ve en büyük âlem olan şehâdet hazretinde halîfe “Âdem”dir. Ve en küçük âlem olan “Âdem”de onun karşılığı beden arzında “rûh”un halîfe kılınmasıdır. Nitekim bu kitabın başında “Hamd olsun Allâhü Zü’l-Celâl’e ki, insanı ilmî vücûttan aynî vücûda çıkardı” ibâresinde işâret ettiğimiz ma‘nâda bunu kastettik. Ve bu kitabın tamâmında o vücûd halîfesinin meydana çıkarılmasına azmettik.
Ve “Ya’lemûne zâhiren minel hayâtid dünyâ, ve hüm anil âhıreti hüm gâfilûn” ya’nî “Onlar, dünya hayâtının zâhirini bilirler. Ve onlar, âhiretten gâfil olanlardır” (Rûm, 30/7)âyet-i kerîmesinde beyân buyrulduğu üzere, dünyâ hayâtının beş duyu ile algılanan zâhirini bilip ve basîret gözlerinin kör olmasından dolayı işlerin âkıbetlerini göremeyip gaflet içinde bulunan tenkîdçilerin kötüleme ve tenkîd etmeleri korkusunu bu bölümden önce geçen “Önbilgi” adı altındaki bahiste ayrıntılı bir şekilde îzâh ettik. Ve cüz’î akıllarının dâiresinde mahsûr kalan fikirleri sınırlı resmî âlimler ile tabîat ilimleri filozoflarından ibâret olan bu a‘mâ tenkîdçilerin bu kitaptaki beyânlara bir kötüleme ve tenkîd yolu bulamamaları için, beyânlarımızda murâd ettiğimiz ma’nânın hakîkatini delîller ile ortaya koyduk. Şimdi biz Allah Teâlâ’nın bereketi ile söylüyoruz. Ya’nî bizim sözümüz Cenâb-ı Hak’tandır. Ve Hak Teâlâ ise hakkı söyler ve doğru yola irşâd eyler.