Âh Etmelerin ve Sînede Olan Fıkırtıların Sebebleri ve İşitmede Vücûdun Hareketlenmesi -2-

Bilesin ki, Allah Teâlâ kulun kalbi üzerine vecdin türlerinden bir tür ile ilâhî bilgiler indirmeyi istediğinde, madde bedendeki kalbin üzerine yakınlık serinliği gönderir. Bundan dolayı kalbin üst tabakasındaki hava soğuyup aşağıya yönelir. Buna karşılık normal vücûd ısısı beyne doğru yukarı çıkar. Onun üzerine dikilir. Böyle olunca ısı tepkime ile kalb sâhasına sürtününceye kadar aşağıya yönelir. Bu sürtünmeden bir ateş doğup yükselir.

Ve eğer soğukluk yakîn ve yakınlık bulutunda bir geçit bulursa dışarı çıkar. Şimdi bu, “teevvüh ya’nî inleme” denilen zefreler ya’nî “âh” çekmeler olur.

Ve eğer bir geçit bulamazsa, üst tabakadaki bulutun rutûbetlerine onun soğuk kısmından girer. Hâl sâhibinde, hâlinde birdenbire olan ağlama bundandır.

Ve eğer bu ateş ciğeri pişirirse bu inlemeden yanık kokusu duyulur. Ve bu ateş kendisinde olan tazyîk sebebiyle kalb oyuğunu yarar. Şimdi o kimse için o anda fıkırtı işitilir ki, buna “vecbe” ve “sayha” ve “recfe” ismi verilir. Ve o anda hâl sâhibinden sayha ya’nî çığlık olur. Şimdi hâzırda olanlardan kalbinde açıklık olan kimse, bu sayhadan dolayı derhâl kendinden geçer. Ve o, kalbde tabîî ateş sürtünmesinin sesidir.

Ve kalbler üzerine kuvvetli geldiği vakit, ondan dolayı yarılır. Ve hâzırda olanlardan kalbinde perdeleri çok olan kimseyi, bu sayhadan dolayı sıkıntılı bir hâl ve korku alır. Ve ondan hâl sâhibi üzerine inkâr olur. Ve o kişi der ki: “Biz geçmiştekilerden onun olduğunu işitmedik. Oysa Nebî (sav) üzerine muhtelif gelişler olur idi. Biz ondan ne çığlık attığını ve ne de kendinden geçtiğini işitmedik.” Şimdi sen onun sözüne iltifât etme! Çünkü onun kalbi tab’ edilmiştir.

Ve biz daha önce akıl işitmesi ile nefs işitmesinin arasını beyân ve ayırt ettik. Ve hepsi kendi bölümünde geçerlidir. Ve ateş çıkışında ve bu âh çekme fıkırtılarında ârif hayâtı vardır. Ateş bizim bahsettiğimiz bulutun aralarından çıkmayı istediği ve birikmiş olarak kendisinde geçit olan şeye aksettiği vakit; ve kalbi ve ciğeri pişirdiği ve onları yaktığında, hâl sâhibi ansızın ölür.

Ve bu ateşin kalbden beyne yükselme hareketi indinde, hâl sâhibinden hareket ve hakîkatlerle ilgili anlaşılmaz sözler çıkar. Ve onun çıkışı genellikle dikine ve girift bir haldedir. Bundan dolayı hâl sâhibinin hareketleri de ölçüsüz olur; ve bir kâideye bağlı olmaz. Ve çoğu onlardan dönüşte ortaya çıkar. Çünkü insân şekli hakîkatte dâire şeklindedir. Ve ateş de onun şekli üzerine cereyân eder. Şimdi eğer bu bulut ince olarak aralıklarla çıkarsa, muhakkak harâret yayılıp hâl sâhibinden âh çekme çıkmaz ve kalbi için vecbe ve fıkırtı işitilmez. Velâkin ona gülme gâlib olur.

Ey hakîkat tâlibi! Bilesin ki, Allah Teâlâ bir kulunun kalbi üzerine vecdin türlerinden bir tür ile ilâhî bilgiler indirmek ve bu hâli zevkan ya’nî ona hakîkatini yaşatarak bildirmeyi istediğinde madde bedende bulunan kalbin üzerine bir yakınlık serinliği gönderir. Ve insan bu hâlin başlangıcında kalbi üzerinde o serinliği duyar.

Bundan dolayı kalbin üst tabakasındaki hava soğuyup aşağıya doğru yönelir. Çünkü soğuk hava aşağıya iner; ve buna karşılık kalbdeki normal vücûd ısısını beyne çıkar bir halde bulur. Ya’nî ısı, aşağıya inen soğuk havâya dik olarak yukarı çıkar.

Ve beyne çıkan ısı, tepkime ile, kalb sâhasına sürtününceye kadar aşağıya yönelir. Bu geri dönen ısının kalb sâhasına sürtünmesinden bir ateş doğup, ya’nî şiddetli bir ısı oluşup bu ateş yükselir.

Ve eğer aşağı tabakaya inen soğukluk yakîn ve yakınlık bulutunda bir menfez ve bir geçit bulursa dışarı çıkar. İşte bu menfezden çıkan sıcak havâya teevvüh ve zefreler denilir. Ya’nî hâl sâhibinin çıkardığı “âh” sesine “zefre” denir.

Ve eğer bir geçir bulup “âh” sesiyle çıkamazsa, kalbin üst tabakasındaki bulutun soğuk kısmından onun rutûbetlerine girer. Ve hâl sâhibinde ağlama hâline sebep olur.

Ve eğer bu ateş kalbden ciğerlere yayılan kan vâsıtasıyla ciğere ulaşıp ciğeri pişirirse, hâl sâhibinin “âh” diye çıkardığı nefesten yanık kokusu duyulur.

Ve bu ateş ve ısının şiddeti, kendisinde mevcûd olan tazyîk kuvveti nedeniyle kalb oyuğunu, ya’nî kalbin bir diğerine temâs eden kısımlarını ayırır ve yarar. Ve o anda bir tencere içinde kaynayan suyun fıkırtısına benzer bir fıkırtı işitilir ki, buna vecbe ve sayha ve recfe denilir. Ve bu vakitte hâl sâhibinden sayha ya’nî çığlık çıkar. Nitekim Kur’ân okunan veyâhut kasîde okunan meclislerde ba’zı zâtlardan bunun çıktığını herkes görür.

Şimdi o mecliste hâzır olanların kalbinde açıklık olan, ya’nî kalbindeki muhtelif örtüleri ve perdeleri izâle etmiş olan kimse, bu sayhayı işitince derhâl kendinden geçer. Ve o, kalbe bir zincirin halkaları gibi birbiri ardınca gelen tabîî ateş sürtünmesidir. Ve kalblerin üzerine kuvvetli geldiği vakit, birbiri ardınca olmasından dolayı yarılır. Ve mecliste hâzır olan kimselerin kalbinde perdeleri çok olan kimseyi, bu sayhadan dolayı sıkıntılı bir hâl ve korku tutar.

Ve o kimse tutulduğu bu sıkıntılı hâl ve korkudan dolayı hiddetlenerek hâl sâhibini inkâr edip der ki: “Biz geçmişteki sâlihlerden böyle sayhalar olduğunu işitmedik. Oysa (Sav) Efendimiz’in üzerine şerefli muhtelif haller gelirdi. Biz o hazretin ne sayha ettiğini ve ne de kendinden geçtiğini işitmedik.”

Bu i’tirâz kalbi donuk bir mü’minin i’tirâzıdır.

Eğer o kişi îmândan nasîbi olmayan birisi olursa: “Bu adam sinirli delinin biridir” der. Nitekim günümüzdeki dinsizlerin hâlini izâha bile gerek yoktur.

Şimdi ey sâlik! Sen onların sözlerine kulak asma! Onlar bu gibi şerefli hallerden habersiz hayvan takımıdırlar. Çünkü onların kalbi tab’ edilmiştir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “ve natbeu alâ kulûbihim fe hüm lâ yesme’ûn” ya’nî “Ve kalplerinin üstünü tab’ ederdik de onlar artık işitmezlerdi“(A’râf, 7/100).

Ve biz işitmenin kaç tür olduğunu ve akıl işitmesi ile nefs işitmesi arasını bundan önce beyân ve ayırt ettik. Ve bu beyânların o bahis ile irtibâtı vardır. Ve bu hâllerin hepsi kendi bölümünde ve kendi dâiresinde geçerli ve sâbittir. Ve kalbden ateş çıkışında ve bu “âh” çekme fıkırtılarında ârif hayâtı vardır.

Ateş, bizim bahsettiğimiz bulutun arasından çıkmayı ister; ve birikmiş olarak kendisinde geçit olan şeye akseder; ve kalbi ve ciğeri pişirir ve onları yakarsa, hâl sâhibi ansızın rûhunu teslîm edip ölür. Nitekim evliyâ menkıbelerinde semâ’ meclislerinde böyle vefât edenlerin isimleri ve halleri anlatılmıştır. Ve bunlar ilâhî aşkın şehîdleridir.

Ve bu ateşin kalbden beyne yükselme hareketi indinde, hâl sâhibi düzensiz bir şekilde hareket eder. Ve ondan şathıyyât, ya’nî hakîkatlerle ilgili ve anlaşılması zor ba‘zı sözler çıkar. Nitekim bu hâl içinde ba‘zıları

“Cübbemin içinde Allâh’dan gayrı yoktur;” ve ba‘zıları;

“Ben beni tenzîh ederim, şânım ne kadar azîmdir!” demiştir.

Ve bu ateşin çıkışı genellikle dikine ve girift bir hâlde tam bir tazyîk ile gerçekleştiğinden, hâl sâhibinin hareketleri de ölçüsüz olur; ve bir kâideye bağlı olmaz. Bununla berâber bu hareketlerin çoğu dönüş hâlinde gözükür. Ya’ni kimi bir merkez etrâfında tavâf eder gibi döner; ve kimi Kādiriler ve Mevlevîler gibi sağdan sola doğru kendi vücûdunu döndürür. Çünkü insan şekli hakikatte dâireseldir. Ve ateş de onun hakîkatinin şekli üzerine dönerek cereyân eder.

Cenâb-ı Şeyh (ra) “insan şekli” ta’biriyle hem âleme ve hem de âdeme işâret buyururlar. Çünkü âleme “büyük insân” ve âdeme “küçük insân” derler. Ve âlemin şeklinin kürevî ve hareketinin dönerek olduğuna astronomi ilmi bilenler vâkıftırlar. Ve âdemin şekli dahi hakîkatte kürevîdir. Çünkü onun aslı nutfedir. Ve nutfe anne rahmine atıldığında dâire şekline oraya yerleşir. Ve âdemin vücûdundaki kan akışı da döngüseldir. Bundan dolayı âlem ve âdemin dönüşü bir diğerine uygundur. Cenâb-ı Mevlânâ (ra) buna işâreten bir gazel-i şerîflerinde şöyle buyururlar:Tercüme:

“Ey zât-ı eceli ve a‘lâ! Âsumândan cenâb-ı Cibrîl senin aşkından semâ’ eder. Yıldızlar ve felek çarkı havada semâ’ eder. Fenâ meyhâneleri içinde muhteşem şâhların şâhları, hem külâhsız ve hem de cübbesiz perîşan bir hâlde semâ’ ederler.”

Şimdi bu yukarıda îzâh edilen bulut kesîf olmayıp da ince bir şekilde kalb oyuğuna çıkarsa, onun kalb sâhasına sürtünmesi sebebiyle çıkan ısı da bu buluta tâbi’ olarak yayılıp hâl sâhibinden “âh” çekme çıkmaz; ve kalbinde de vecbe ve fıkırtı işitilmez. Velâkin ona gülme gâlib olur. Nitekim cenâb-ı Mevlânâ (ra) efendimiz bu hâle işâreten buyururlar:

Tercüme: “Kuşlar gibi gönül yumurtasının bekçisi ol! Tâ ki gönül yumurtasından sana mestlik ve zevk ve kahkaha doğsun!…”