Âh Etmelerin ve Sînede Olan Fıkırtıların Sebebleri ve İşitmede Vücûdun Hareketlenmesi Beyânındadır

YİRMİBİRİNCİ BÖLÜM

On Yedinci Bölümden DÖRDÜNCÜ KISIMdır

Âh Etmelerin ve Sînede Olan Fıkırtıların Sebebleri ve İşitmede Vücûdun Hareketlenmesi Beyânındadır

İşitmek vücûdda Allah Teâlâ’nın sırlarından bir sırdır. Ve nedensellik aslında birdir. Ve işitenler iki tür şahıstır: Bir tür şahıs nefsiyle dinler; ve bir tür şahıs aklıyla dinler; ve başka türlü işitme yoktur. Ve o kimse ki, Rabb’iyle işittiğini söyledi, muhakkak onunla aklın işitme yolları zayıflar. Lâkin aklın iki işitmesi vardır: Fıtratı yönünden işitmesi ve durumu yönünden işitmesidir.

Durumu yönünden kendisinin işitmesi olan o kimsedir ki, (Aleyhi’s-selâm) Efendimiz’in Rabb’inden olan “Ben onun işitmesi olurum, onunla işitir” sözü indinde durarak, ona “Rabb’iyle işitir” denir. Aklıyla işiten kimse her bir şeyde ve her bir şeyden ve her bir şey üzerinde işitir, kayıtlanmaz. Ve onun alâmeti bunda hayret ve beşerî donukluktur.

Ve aklı ile değil nefsiyle işiten kimse, ancak nağmelerde ve tatlı ve iştahlandırıcı seslerde işitir. Ve onun alâmeti başka şeyleri algılamaktan yana fânî olarak, işitirken vücûdunun hareket etmesidir.

Ve vücûdu hareket eden kimse ne zaman işitirken başka şeyleri de algılarsa, muhakkak o şeytanın maskarasıdır. Ve eğer algılamaz ve her bir şeyden fânî olursa, o nefs sâhibidir; ve onun kuvveti altındadır. Ve hâli geçerlidir ve fenâ hâli doğrudur.

Ve bu işitirken olan fenâ hâlindeki hareketten sonra, ebeden bir ilim getiremez. Şimdi o bir ilim getirdiğini iddiâ ederse fânî olmamıştır; ve aklıyla işiten de olmamıştır. Çünkü o hareket etti. Bundan dolayı onun için ancak yalancı olmak kalır. Çünkü nefs ile müzik dinlemek elbette bir ilim vermez. Ve akıl ile dinlemekle berâber hareket olmaz. Şimdi kim ki, hareketle ilim arasını bir araya getirirse hakîkatlari bilmeyen yalancıdır.

Ya’nî bu bölüm kitâbın on yedinci bölümünün bir parçası olan dördüncü kısmıdır ki, kitâbın tamâmının yirmi birinci bölümü mesâbesindedir.

Âh etmenin ve sînede fıkırtı ortaya çıkmasının ve işitme esnâsında vücûdun hareket etmesinin sebepleri beyânındadır.

İşitmek izâfî vücûd âleminde Allah Teâlâ’nın sırlarından bir sırdır. Ve işitmenin nedenselliği olan şey işin aslında işitilen şeydir. Fakat nedensellik olan işitilen bir şey olduğu hâlde, onu dinleyenler iki tür şahıstır:

Şahsın bir türü nefsiyle dinler ve;

Bir türü de aklıyla ve rûhuyla dinler.

İşiten ancak bu iki türle sınırlıdır, başka türü yoktur.

Eğer bir kimse Rabb’i ile işittiğini söylerse, muhakkak onun Rabb’iyle işitmesi, aklın işitme yollarını zayıflatır. Velâkin aklın iki türlü işitmesi vardır:

Birisi fıtratı yönünden olan işitmesi ve diğeri de;

İlâhî durumu yönünden olan işitmesidir.

Durumu yönünden işitmesi olan kimsenin hâli (Sav) Efendimiz’in Rabbinden haber vererek beyân buyurduğu meşhûr hadîs-i kudsîye dayanmaktadır. O da “Ben onun işitmesi olurum, onunla işitir” mübârek sözüdür. Ve Hak Teâlâ kulun işitmesi olunca kulun ikiliği kalmaz.

Bundan dolayı ikilik mertebesinde sâbit olan onun aklının ve rûhunun işitme yolunun da zayıflaması kaçınılmaz olur.

Velâkin aklın ve rûhun fıtratı yönünden olan işitmesinde bu hâl olmaz. Çünkü o ikilik mertebesinde sabittir.

Aklın bu iki türlü işitmesi arasında bu fark mevcûd olmakla berâber, aklın bu her iki işitmesiyle işiten kimse;

Her bir şeyde, ya’nî sûrette ve ma’nâda ve;

Her bir şeyden, ya’nî varlıklarda mevcûd olan ma’denden ve bitkiden ve hayvândan ve insandan ve,

Her bir şey üzerinde, ya’nî her ne hâl üzerinde olursa olsun, işitir.

Onun işitmesi bir kayıt ile kayıtlanmaz. Ya’nî onun işitmesine ma’nâdaki işitilen için sûret; ve uzakta bulunan işitilen için uzaklık veyâ yükseklik ve alçaklık engel olmaz. Çünkü bu kayıtların hepsi his ile işitme içindir. Rûh ve akıl işitmesi bu gibi kayıtlardan uzaktır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Allah Teâlâ’yı hamd ile tesbîh etmeyen hiç bir şey yoktur. Velâkin siz onların tesbîhlerini bilemezsiniz” (İsrâ, 17/44).

Şimdi ma’den ve bitki ve hayvân hep tesbîh ederler. Ve işitme duyusu onları işitemez. Onları duyan ve işiten ancak rûh kulağıdır. Nitekim bu kitâbın yazarı cenâb-ı Şeyh (ra) Fusûsu’l-Hikem’lerinde onların tesbîhlerini işittiklerini beyân buyururlar.

Ve aklın ve rûhun işitmesindeki alâmet, hayret ve beşeriyyetin donukluğuyla beşerî sıfatların örtünmesidir. Çünkü beşeriyyetin bu işitilenleri işitmeye tâkatı yoktur. Eğer beşeriyyetin sıfâtı mevcûd iken bu işitilenler rûh kulağı ile işitilse, insan korkunun şiddetinden maâzallâh cinnet geçirir. Bundan dolayı Hak Teâlâ hazretleri “Halîm” ism-i şerîfiyle tecellî edip bu hâli örter. Nitekim yukarıdaki âyet-i kerîmenin devâmında “Muhakkak ki O; Hakîm’dir, Gafûr’dur” (İsrâ, 17/44) buyrulmakla bu hakîkate işâret edilir.

Ve aklı ile değil, nefsi ile, ya‘nî beşeriyyeti donukluğa uğramayarak ve beşerî sıfatlarını örtmeyerek işiten kimse, ancak mûsikî nağmelerinde ve tatlı ve işitmekten yana iştah verici olan seslerde his kulağını kullanır. Ve bunları his kulağıyla dinler.

Ve onun alâmeti başka şeyleri algılamaktan yana fânî olarak işitme esnâsında vücûdunun hareket etmesidir. Ya’nî nefsiyle, güzel sesli bir kimsenin söylediği kasîdeleri ve ilâhîleri dinlediği zaman, ondan duyduğu lezzetle başka şeyleri algılamaktan yana fânî olur.

Örneğin gözü o sırada gördüğü şeylerle meşgûl olamaz. Yanında birisi konuşsa ne söylediğini farketmez. Çünkü his kulağı meşgûldür; ve bu sırada mâsivâ hâtıraları kendisinden gitmiştir. Eğer ben şöyle ve böyle hareket edersem beni ayıplarlar, gibi şeyleri düşünemez. Bu sırada ya Mevlevî fukarâsı gibi çarh vurur; veyâhut diğer yüksek tarîkatların dervişleri gibi sağa ve sola hareket eder.

Ve eğer bu şekilde hareket gösteren kimse işitme vaktinde başka şeyleri algılarsa, ya’nî gözü gördüğü ve kulağı işittiği şeylerle meşgûl olursa, muhakkak o şeytanın maskarasıdır. Çünkü hissinden yana gâib olmayan kimseye böyle taklîd olarak hareketler yapmak câiz değildir. Ve bunda riyâ ve gösteriş olduğu için şeytan bu sebeple onu saptırıp alay eder. Sâliklerin bundan kaçınması lâzımdır.

Ve eğer hissetmez ve yukarıda îzâh edildiği şekilde, her bir şeyden fânî olursa o kimse nefs sâhibidir. Ve nefsin kuvveti ve hükmü altındadır. Velâkin işitme esnâsındaki hareket hâli geçerlidir, taklîd değildir. Ve hissinden fânî olması da geçerli ve sâbittir.

Böyle bir kimse bu fenâyı ve işitme esnâsındaki hareketi tâkiben aslâ bir ilim getiremez. Ya’nî bu fenâdan ayıldıktan sonra “Ben şöyle hareket ettim ve böyle yaptım” diyemez. Çünkü kendi hâlini bilemez. Eğer o bir’ilim getirdiğini iddiâ ederse, kendi hâline vâkıf olduğu için algılamaktan yana fânî olmamıştır. Ya’nî nefsiyle işitici olmamıştır; ve aklı ve rûhu ile de işitici olmamıştır. Çünkü onun vücûdu hareket etti. Çünkü aklı ile işitici olanda hareket olamayacak idi.

Bu iki türlü işitme gerçekleşmeyince, artık ona taklîdçi ve yalancı demekten başka bir söz kalmaz. Çünkü nefsiyle işitme mutlaka bir ilim vermez; ve akıl ile olan işitmeyle berâber hareket olmaz. Bundan dolayı kim ki, hareketle ilim arasını bir araya getirirse, o hakîkatleri bilmeyen yalancı olmuş olur. Artık tekkelerdeki dervişlerin hâli buna göre tetkîk edilsin.