YİRMİNCİ BÖLÜM
On Yedinci Bölümden ÜÇÜNCÜ KISIMdır
Levh-i Mahfûz Hakkındadır ki,
O İmâm-ı Mübîn ve Mahv ve İsbât Levhidir.
Ve bu velîyi ve nebiyi cem’ eden makâmdır; ve o aralarını ayırt eder. Şimdi Allah Teâlâ kalemi, hokkanın tercümânı ve onun ilimlerini sûretler ile ayrıntılı kıldı. Bundan dolayı o mahfûz ya’nî muhâfaza edilmiş âlemdir. Ve o isbât eden ve mahv edendir. Ve ümmü’l-kitâbdır ki, o kitâb-ı mastûr ya’nî satırlanmış kitâbdır. Ve onun ilimleri kuvvesinde ya’nî potansiyel olarak mücmel ya’nî bir aradadır. Açığa çıkıncaya kadar ondan bir şey akledilmez.
Ve mahv ve isbât levhine gelince, o iki taraflı zümrüddür ki, değişim gününe kadar âlem kâinâtına emânet verilmiştir. O mahsûr ya’nî sınırlanmış levhdir. Ve itâatkâr melekler onun üzerini kaplamıştır. Ve senden îmân kalemine bakarlar. Ve levhde zamanların, mekânların, durumların, arazların değişmesiyle hallerin değişmesi vardır. Şimdi sonraki öncekini ebeden kaldırır. Ve o mahv ve isbâttır. Bundan dolayı onlar benzerlerine döndüğünde kalem-i a’lâda toplanırlar; birinci semâvâta intikâl ederler. Nebî ve âlemin vârisi kalem-i a‘lâya çıkar. Ve nakil çeşitli olur. Çünkü nebînin kaleminin iki tarafı vardır. Ve velînin kaleminin de bir tarafı vardır. Ve ârif velî ve mü’min levhe çıkar. Bundan dolayı mertebeler ayrılmış olur. V’allâhu a’lem!
Ya’nî on yedinci bölümün bir parçası olan bu üçüncü kısım kitâbın tamâmının yirminci bölümünü tamamlar. Ve bu bölüm imâm-ı mübîn ve mahv ve isbât levhi olan levh-i mahfûz hakkındaki beyânlara dâirdir.
Bilinsin ki, bu kitâbın dokuzuncu bölümünde levh ve kaleme ve hokkaya dâir gerekli ayrıntılar verilmiş olduğundan, bu konudaki ma’nâları lâyıkıyla anlayabilmek için, o ayrıntıları tetkîk etmek değerli okuyucu için pek lâzımdır.
Şimdi o bölümde denilmiş idi ki:
Levh-i mahfûz büyük âlemin küllî nefsi ve;
Hokka tabîat ve;
Mürekkeb unsurlardan oluşmuş olan maddedir.
Ve kalem, akl-ı evvel ya’nî ilk akıl;
Bu akl-ı evvel vâhidiyyet mertebesinden ibâret olan insânî hakîkattir.
Şimdi levh-i mahfûz, imâm-ı mübîndir. Çünkü bütün hakîkatlerin sûretlerini toplamıştır; ve mahv ve isbât levhidir. Çünkü onda açığa çıkan hakîkatlerin sûretleri peyderpey var olup bozulur.
Ve bu levh velîyi ve nebîyi cem‘ eden makâmdır. Çünkü evliyâ ve enbiyâ sûreleri bu küllî nefs mertebesinde var olurlar.
Ve yine bu levh, onların halleri ve işleri dolayısıyla birini diğerinden ayırt eder.
Şimdi Allah Teâlâ, kalemi hokkanın tercümânı yaptı. Ve onun ilimlerini zâhirî sûretler ile ayrıntılandırdı. Çünkü hokka ve mürekkeb olmasa, kalem kağıt üzerine kelimeleri yazamayacağı gibi, tabîat hokkası ve unsurlar mürekkebi olmasa idi, kalem olan akl-ı evvel de, nefs-i külde bulunan sûretleri cisim kağıtları üzerine nakşedemez idi.
Şimdi nefs-i kül, bütün sûretler kendisinde bulunduğuna binâen levh-i mahfûzdur.
Ve sûretlerin peyderdey onda var olmasına ve bozulmasına göre de o isbât eden ve mahv edendir.
Ve ümmü’l-kitâbdır; ve kitâb-ı mastûr ya’nî satırlanmış kitâbtır. Çünkü âlemde var olmuş ve olacak olan sûretlerin ve nakışların aslıdır. Ve bu nakışların ve sûretlerin hepsi onda satırlanmıştır. “Ve külle şey’in ahsaynâhu fî imâmin mubîn” ya’nî “Ve herşeyi imâm-ı mübîn’de saydık“(Yâsîn, 36/12).
Ve onun ilimleri kuvvesinde ya’nî potansiyel olarak mücmel ya’nî bir aradadır. Nakışlar ve sûretler ile açığa çıkıp belli oluncaya kadar kendisinde bulunan şeyler akledilmez. Nitekim kalem hokkanın mürekkebi içinde bulundukça harfler ve kelimeler akledilmez. Ondaki harfler ve kelimeler bi’l-kuvve ya’nî potansiyel olarak mevcûddur; ve hepsi mücmel ya’nî bir aradadır. Ne zamanki mürekkeb hokkadan kaleme geçer, o kalem sebebiyle harfler ve kelimeler kağıt üzerinde ayrıntılanır.
Ve aynı şekilde isimlere ve sıfatlara âit ilim, mürekkeb mesâbesinde olan basît unsurlardan, ilk akıl kalemi vâsıtasıyla, cisim sayfaları üzerinde o kadar ayrıntılanır ki, küllî nefs levhi üzerinde nakşedilmiş olan maddî sûretlere ve arazdan ibâret olan fiillere, aslâ bir son nokta ve nihâyet bulunmaz. Ve icmâlî ilim o kalem vâsıtasıyla tafsîlî ilim olur.
Ve mahv ve isbât levhine gelince:
O iki taraflı zümrüddür ki, değişim gününe kadar âlem kâinâtına emânet verilmiştir. Ya’nî;
İki taraflı zümrüd levha mesâbesinde olan âlemin küllî nefsi ve âdemin küllî nefsidir.
Zümrüd yarı şeffâf bir taş olduğu için bir tarafındaki nakış diğer tarafından görülür.
Ve aynı şekilde küllî ve cüz’î nefs dahi iki yönlü olup zâhiri ve bâtını vardır. Ve zâhirindeki sûret bâtınına akseder.
Ve bu levh değişim gününe kadar âlem kâinâtına emânet verilmiştir. Çünkü değişim günü olan kıyâmet gününde nefsî hükümler kalkıp rûhî hükümler ortaya çıkar. Nitekim Hak Teâlâ “Yevme tubeddelül ardu gayrel ardı ves semâvâtu ve berezû lillâhil vâhıdil kahhâr” ya’nî “O gün yeryüzü ve semâlar, başka bir hale döndürülür. Ve onlar, Vâhid ve Kahhar olan Allah’ın huzûruna çıkmış olurlar” (İbrâhîm, 14/48) buyurur. Dîğer bir ta‘bîrle değişim gününde zâhir oluş bâtın oluşa dönüşür; ve nefs levhâsına nakşedilmiş olan sûretlerin bâtınları zâhir olur.
Ve bu küllî ve cüz’î nefsler mahsûr ya’nî sınırlanmış levhdir. Ve itâatkâr melekler onların üzerini kaplamıştır ki, bu melekler Âdem’e secde ve boyun eğme ile me’mûr olan meleklerdir.
Nitekim âlemin küllî nefsinin yörüngesinde ve ekseninde dönmesi ve âlemin dağılmaması ve mevsimlerin hükümleri hep bu itâatkâr meleklerin, ya‘nî tabîî muhtelif kuvvetlerin te’sîrleri altında gerçekleştiği gibi;
İnsânî cüz’î nefsin var oluşu ve kıvâmı hep vekîl ta’yîn edilmiş meleklerin, ya‘nî muhtelîf kuvvetlerin te’sîriyledir.
Ve bu melekler senin halk edilişinden amaçlanan îmân kalemine bakarlar. Ya’nî onların hizmetleri senin îmân keleminin nakşedeceği sûretler içindir. Şeyh Sa‘dî (ks) bu hâle işâreten buyururlar:
Tercüme: “Feleğin bulutu, rüzgârı, ayı ve güneşi meşgûldür, tâ ki sen eline bir ekmek getiresin ve gafletle yemiyesin diye. Hepsi senin için başı dönücü ve itâatkârdır. Senin itâatinin olmaması insâf şartı değildir.”
Ve levhde zamanlar, mekânlar, durumlar ve arazlar değiştikçe haller de değişir. Kâide budur ki, bunların sonuncusu öncekini ebeden kaldırır, bozar. Bundan dolayı bu levh, mahv ve isbât levhidir.
Örneğin insânî cüz’î nefs bir zamanda çocuk ve bir zamanda genç ve bir zamanda orta yaşta ve bir zamanda ihtiyâr olur. Çocukluktaki hâli başka, gençlikte ve ihtiyarlıktaki hâlleri başkadır. Gençlik hâli çocukluk hâlini kaldırır.
Ve aynı şekilde mekânlar da böyledir. Örneğin mesciddeki hâli başka, evindeki hâli başkadır.
Ve aynı şekilde namaz hâlindeki durumu başka, yeme ve içme ve uyku hallerindeki durumu başkadır.
Ve arazlar da böyledir. Gülme hâli ağlamaktan başkadır.
Ve bu hallerin sonuncusu öncekini bozar. Bundan dolayı bu haller benzerlerine, ya’nî iki taraflı zümrüd olan levhin zâhirinden bâtınına döndüğünde, kalem-i a’lâda toplanırlar; birinci semâvâta sefer ve intikâl ederler.
Bilinsin ki, insânî nefs-i nâtıka kâtib ve onun îmânı kalemdir. Ve îmânın dereceleri olduğundan her bir nefs-i nâtıka kendi kâbiliyyet derecesi içerisinde bağlandığı cismi idâre eder. Bundan dolayı hallerde de ona göre çeşitlenir.
Ve onların benzerleri berzaha âit sûretlerdir. Ve berzah da mertebeler üzerinedir. Bu mertebeler İlliyyîn’den Siccîn’e kadardır. Velâkin gerek ebrârın olsun ve gerek günâhkârların olsun kâtiblerinin maddesi İlliyyîn’dendir. Çünkü hepsinin nefs-i nâtıkası emir âleminden ibâret olan İlliyyîn’den inmiştir.
Şimdi inişte eşitlik mevcûd ise de çıkışta eşitlik yoktur. Ba‘zıları kalem-i a’lâya ve ba’zıları birinci semâvâta ve ba’zıları levhe çıkarlar.
Ve kalem-i alâ, ilk akıl ve akl-ı küll ve insânî hakîkat mertebesidir.
Ve birinci semâvât, ceberût âlemindeki semâvât ve oraya hâs arzdır.
Ve levh, mülk âleminin ilk cevheri olan ilk felektir.
Şimdi büyük âlemin hokkası inişin başlangıcıdır. Ve küçük âlemin hokkası olan nutfe, çıkışın başlangıcıdır. Çünkü büyük âlemde önce olan akıldır; ve sonra olan tabîattır. Ve küçük âlem olan insanda önce olan tabîattır, ve sonra olan akıldır.
Ey muhterem okuyucu, buna göre iyi düşün!
Küçük âlemden nebî ve âlemin vârisi olan insan, urûcu esnâsında kalem-i a’lâya çıkar. Ve bu urûc mutlaka ölüm ile olan urûc ma’nâsına değildir; belki dünyâ hayâtı içinde olan urûcdur. Çünkü bu zâtların ölümü ve kıyâmeti dünyâ hayâtı devâm ettiği halde olur. Ve onlar “ölmeden önce ölme” hâli içindedirler.
Şimdi onların urûclarının kalem-i a’lâya çıkışı ve kalem-i alânın mülk ve melekût âleminin üstü oluşu yönüyle, kâtibleri olan nefs-i nâtıkalarının kalemlerine olan nakli de, ba’zen mülk âlemine ve ba’zen melekût âlemine âid olmak üzere çeşitli olur. Çünkü nebînin kaleminin iki tarafı vardır. Bir tarafı melekûta ve bir tarafı da mülke dönüktür; ve diğer bir ta’bîrle, bir tarafı Hakk’a ve bir tarafı halka dönüktür.
Onun kalemi Hakk’a dönük olduğu zaman “Beni gören Hakk’ı görmüştür”
Ve halka dönük olduğu zaman da “Ben de sizin gibi bir beşerim”
Ve dîğer halleri bu şekilde kıyâs et! Çünkü nebî da’vete me’mûrdur. Ve velî da’vete me’mûr olmadığından onun kaleminin bir tarafı vardır. O da melekût âlemine dönüktür. Ve yaptığı nakillerini tâbi’ olduğu nebînin melekût yönüne âid olan kaleminden alır.
Ve ârif velî ve mü’min levhe çıkar ki, yukarıda anlatıldı. Ve bu bahsin gereği gibi anlaşılması için “Kâtib”e dâir olan dokuzuncu bölümü iyi inceleyip anlamak lâzımdır. Cenâb-ı Hak hepimize dürüst anlayış ihsân buyursun!