Fasıl-Ey Kardeşim Araştırıp Bul!

Allah Teâlâ seni muvaffak eylesin! Allah Teâlâ’nın senin için belirlediği algılanabilir misâle olan îmânın ile berâber, onlar üzerine, gayb ile söylediklerini inkâr etme! Muhakkak ayna silindiği ve cilâ verildiği zaman ondan pas gider; ve bakanın sûreti onda görünür. O kimse nefsini güzel veyâ çirkin olarak görmez mi? Onun arkasına birisi geldiği vakit ona baktığında sûreti aynada gözükür. Kendisiyle berâber hâzır olanlara arkamda bir insan vardır; yâhut şöyle ve böyle sûrette bir şey vardır, der.

O onu bilinen görüş ile görmediği halde, gördüğü şeyi yeterli derecede vasfeder. Oysa onu tasdîk etmek vâcibdir; çünkü o algılanmıştır. İdrâk edilen dahi bu şekilde algılananın benzeridir. İnsan kalbinin aynasına kast edip onu gayrılar pasından temizleyip cilâlar. Ve türlü riyâzât ve mücâhedeler sebebiyle, onu idrâk edilebilirlerin ve gayb ile ilgili şeylerin sûretlerinin tecellîsinden örten bütün perdeler ondan uzaklaşır. Şimdi sâfî ve cilâlanmış olduğu vakit, gayb ile ilgili şeylerden ona tekābül eden her bir şey onda görünür. Gördüğü şeyden söyler; ve gördüğü şeyi vasfeder. (Kalbin gördüğü şey yalan değildir). Ve işte bu yaklaştırma üzere bir misâldir. Ve eğer uzamasa biz keşfettiklerimizin kısımları ve sınıfları üzerine söylerdik. Lâkin bu kadar yeterlidir. Onun envâ’ına kemâl üzere vâkıf olmayı isteyen kimse yazdığımız eserlerden Cilâü’l-Kulûb’a vâkıf olmaya peydâ eylesin. Daha sonra bu müşâhede ilmi üzerine delîl talep eden kimse, bakalım kitâbın ma’nâlarını ilim olarak ihâta etti mi? Tâ ki ona o bundandır denilsin. Yâhut ona akıl delîli mi perde oldu? Şimdi kendisine teklîf aklı hâsıl olan ve onun hükümleri indinde vâkıf olan aklı olanın gâyesi, vâcib ve câiz ve imkânsız cinsindendir. Bu sûfînin söylediği şeyi câiz türünden kabûl etmek ona lâzımdır. Oysa bu sûfî câiz olan ile veyâhut akılların tereddüt ettikleri ile geldiği zaman, onun nefsi yönünden değil, ancak kadîm ilim yönünden, onların indinde vâcibdir. Çünkü nebîlik ve velîlik aklın tavrının üstüdür. Akıl ancak ya tereddüt eder veyâ câiz görür. Çünkü sûfî tevhîdin rükûnlarından bir rüknü ve şerîatın rükûnlarından bir rüknü yıkan bir şeyi delîl getirmez. Şimdi dinleyeni, inkâr hastalığında, ancak tasdîğin azlığı doğruluktan mahrûm etti. Sıfat ise ona dönüktür. Oysa sûfî kendisine nispet olunan şeyden münezzehtir. Ey çok dikkâtli olan kardeşim, helâke dâhil olmadan önce araştırıp bul! Ve insan bulunduğu hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşr olunur. Bu sırların elden kaçırılmasından sakın, sakın! Bu nûrlar ile ziyâlan! Ey sevgili tâlib, teslim kilimini yay ve hürriyet ile inkâr esâretinden çık! Ve fikir kürsîsi üzerine otur! Ve mücâhede ağırlığını üzerine al ve muvâfakat ve müsâade tâcını başına koy! Ve hitâb mahallinin gayrından söylenene bak, Hakk’ı bulursun. Ve dinleyene bak! Onu dinleyen ve dinleten ve hitâb eden ve hitâb edilen bulursun. Şimdi o söyleyici ve dinleyici olduğu vakit, sen mevcût olduğun halde yoksun. Nitekim yok hükmünde olduğun halde hâzırsın. Ve işte bunun için (Sav) Efendimiz, Rabb’i azze ve celle hazretlerinden haber vererek: “Kul ben onu sevinceye kadar nâfilelerle bana yaklaşmaktan ayrılmaz. Ne zamanki Ben onu severim, onun işitmesi ve görmesi olurum” sözünde işâret buyururlar. Şimdi “görmesi” Hak olan kimse üzerine bir şey nasıl gizli olur? Ve “lisân”ı O olan kimsenin sözü nasıl son bulur?

Şimdi bu mukaddimede tahakkuk edici ve onun indinde vâkıf ol ki, irşâd olunasın. Ve inşâallâhû Teâlâ âkıbetin mahmûd ola. Bundan dolayı sebeplerini çoğalt! Allah Teâlâ seni bu kitapta sana söylenen şeye muvaffak eylesin. Ve Allah Teâlâ bizi ve seni ilim ile faydalandırsın. Ve bizi onun ehlinden kılsın (bi-izzetihî!). (18) Bu bahis, zikredilen mukaddimeden bir fasıldır. Allah Teâlâ bu beyânlarımızı anlamaya ve anladıktan sonra tasdîk ve teslîme seni muvaffak eylesin. Allah Teâlâ hazretleri his ve şehâdet âleminde, melekût âleminin hallerine işâret etmek üzere bir takım algılanabilir misâller belirlemiştir. Ve sen de onları inkâr edemeyip tasdîk edersin. Çünkü algılanabilen bir şeyin inkârını akıl kabûl etmez. Şimdi mâdemki bu gibi algılanabilir misâle îmânın vardır, bu îmânın ile berâber, tahkîk ehlinin gayb âlemine âit olan sözlerini işittiğin vakit onları inkâr etme!

His ve şehâdet âlemindeki algılanabilir misâlden birisi budur ki, tozlu ve paslı olan bir ayna silindiği ve parlatıldığı zaman onun tozu ve pası gider. Ve bakanın sûreti o aynada gözükür. Ve o kimse güzel veyâ çirkin olan sûretini aynen aynada müşâhede eder. Bakanın arkasına birisi gelse aynaya bakınca onun sûretini de görür. Orada bulunanlara “arkamda bir insan var”; yâhut “şu biçimde ve şöyle bir sûrette bir şey var” der. Bakan onu bilinen görüş ile görmediği halde, ya’nî yüzünü arkasına çevirip o insana veyâ o şeye bakmadığı halde, aynada gördüğü sûreti tamâmı ile vasfeder ve ta‘rîf eder. Onun bu vasfetmesini ve ta’rîfini tasdîk etmek vâcibdir. Çünkü isteyen bir aynadaki sûrete ve bir de sûretin aslına bakarak bu vasfı ve ta‘rîfî tatbîk edebilir. Çünkü her ikisi de algılanabilirdir; ve inkârı mümkün değildir. İşte idrâk edilebilir olan şeyler dahi böylece algılanabilir olan şeylerin benzeridir. Şöyleki insanın kalbi aynaya benzemektedir. Ve onun pası ve tozu, tahkîk ehli indinde “mâsivâ” ta’bîr edilen varlıksal nakışlardır. Nitekim mürşidim Mevlevî Es’ad Dede hazretleri buyurur: Beyt:

Gönül Hudâ’nın vechinin aynasıdır

Onun pası mâsivâ nakışlarıdır.

Ne zamanki insan, kalbinin aynasına kastedip gayrılar ve mâsivâ pasını ondan siler ve kalb aynasından gayb ile ilgili idrâk edilebilir şeylerin, ya‘nî melekût âleminin sûretlerinin tecellîsine mâni’ olan bütün örtüler ve perdeler,türlü riyâzât ve mücâhedeler sebebiyle kalkar; onun bu sâfîlik hâli vaktinde gayb ile ilgili şeylerden ve melekût âleminden ona akseden her bir şey ve her bir sûret onda görünür. Kalb aynasına akseden şeye rûh gözü ve akıl gözü ile bakıp gördüğü şeyden söyler ve gördüğü şeyi vasfeder. Nitekim bu kitabın yazarı bu idrâk edilebilir ma’nâları ilk önce kalb aynasında müşâhede etmiş ve daha sonra harfler ve zarflar kisvesiyle his âlemine ihrâç etmiştir. Bu hakikate işâretle Hak Teâlâ hazretleri “Mâ kezebel fuâdu mâ reâ” ya’nî “Kalbi gördüğünü yalanlamadı” (Necm, 53/11) buyurur. İşte bu beyânlar idrâk edilebilir olanı algılanabilir olana yaklaştırmak için bir misâldir. Ve eğer sözü uzatma olmasa biz keşfettiklerimizin kısımları ve sınıfları üzerine bir çok şeyler söyler idik. Fakat bu kadar yeterlidir. Keşfettiklerimizin envâ‘ına kemâl üzere vâkıf olmak isteyen kimse yazdığımız eserlerden olan Cilâü’l-Kulûb ismindeki kitabımızı incelesin.

Bundan sonra ma‘lûm olsun ki, kalb aynalarına aksetme sûretiyle müşâhede ettikleri gaybî ilimlerden bahseden tahkîk ehlinin sözlerine delîl talep eden kimsenin hâline bakarız. Eğer o kimse Kur’ân-ı azîmü’ş-şânın zâhir ve bâtın ma’nâlarını ilim olarak ihâta etmiş ise, ona, bu sözün delîli Allâh’ın kitâbından falân âyetin ma‘nâsıdır, denilerek cevap verilmesi mümkün olur. Eğer o kimse Allâh’ın kitâbının ma’nâlarını ihâta edememiş ve ona akıl delîli perde olmuş ise, böyle kendisine teklîf aklı hâsıl olan ve teklîf hükümleri indinde vâkıf olan kimsenin hükmünün üç şeyin dışında olmaması lâzım gelir ki, bunlar da “vâcib,” “câiz” ve “imkânsız”dır. Akıl indinde bunun dördüncüsü yoktur. Bu sıfatta bulunan bir akıllı kişi, tahkîk ehlinden olan bir sûfînin sözünü işittiği zaman, mademki Allâh’ın kitâbının ma’nâlarını ihâta edemediğinden onun delîline vâkıf olamadığı için “vâcib” saymıyor; hiç olmazsa onu “imkânsız” saymayıp “câiz” türünden görmesi ve inkâr etmemesi gerekir. Çünkü bu sûfî ilâhî emirler ve yasaklar dâiresinin dışına çıkmaz; ve zühd ve vera’ ve övülmüş ahlâk ile vasıflanmıştır. Ve ilâhî sınırlar içerisinde hareket ettiğine hükmedilen bir kimsenin aynı zamanda yalancılığı tercih ederek ilâhî sınırlar dışında da hareket ettiğine hükmetmek, iki zıddın bir arada olmasına hükmetmek demek olacağından akıl bunu olabilir bir şey olarak görmez. Oysa bu sûfî aklen câiz görülmesi veyâ tereddüt edilmesi lâzım gelen bir şeyi beyân ettiği zaman, o sözü kendi nefsinden değil, ancak kadîm ilimden aldığı için bu söz onların indinde aklın hükmü gibi câiz olmaya veyâ tereddütte kalmaya şâyân değildir, belki vâcibdir. Çünkü nebîlik ve velîlik cüz’î akıl tavrının üstündedir. Fakat küllî akıl tavrının üstü değildir. Nitekim aklın mertebeleri yukarıdaki şerhde îzâh edildi. Cüz’î akıl ya tereddüt eder veyâ câiz görür. Çünkü sûfî beyân ettiği gaybî ilimlerde tevhîd rükûnlarından bir rüknü ve şerîat rükûnlarından bir rüknü yıkan bir şeyi getirmez. Bu sebeple cüz’î aklın o sözü ya câiz görmesi veyâ tereddüt edip inkâr etmemesi lâzım gelir. İşte doğruluk sâhibi olan cüz’î akıllar sâhiplerinin tavrı budur. Böyle olunca dinleyeni doğruluktan mahrûm eden şey, inkâr hastalığında ancak tasdîğin azlığıdır. Ve tasdîğin azlığı ise cüz’î aklın gereğine muhâlefet ve vehim şeytânına uymaktır. Ve bu sıfat dinleyene dönüktür, sûfîye dönük değildir. Oysa sûfî, böyle cüz’î aklın hükmüne muhâlefet eden kimse tarafından kendisine nispet edilen yalancılıktan münezzehtir. Bundan dolayı yalancılık sıfatı, sûfîyi yalanlayan böyle bir dinleyiciye dönük olur; ya’nî yalancı olan sûfî olmaz, belki onu inkâr eden dinleyicinin kendisi olur. Ey idrâki çok olan insânî sûret kardeşim! Bu beşerî taayyünün ölüm ile bozulma zamânı gelmezden evvel, ondan sonra kat’ edeceğin mertebeler için hazırlan! Çünkü hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere insan şehâdet âleminde ne hâl üzerine bulunursa o hâl üzere ölür; ve ne hâl üzere ölmüş ise o hâl üzere haşr olur. Toprak zerrelerinin milyarlarda biri bitki mertebesine gelir. Ve bitki mertebesine gelen toprak zerrelerinin milyarlarda biri hayvân mertebesine intikâl eder. Ve hayvân mertebesine intikâl eden toprak zerrelerinin milyarlarda biri insânî sûrete gelir. Ve insânî sûrette peydâ olan nutfenin binlerde biri diğer bir insânî sûrete döner. Ve insânî fertlerin milyonlarda biri hak dîn ve doğru inanç sâhibi olur. Ve bunların yüzbinlerde biri “idrâki geniş” olur. Ve idrâki geniş olanların binde biri hakîkat tâlibi ve ilâhi bilgiye susamış olur. Mâdemki sen bu kadar mertebeleri kat’ ile idrâki geniş ve hakîkat tâlibi bir insan oldun; hayâtta iken bu sırlara vâkıf olmak fırsatını yitirmekten sakın, sakın! Ve bu ilâhî bilgi nûrları ile ışıldayıcı ol! Ey bu sırların sevgili tâlibi, tahkîk ehlinin sözlerini teslîm ve tasdîk kilimini yay! Ve akıl ve fikrini hür bırakıp onları inkâr etme ve yalanlama esâretinden çık ve fikir kürsîsi üzerine otur: Mesnevî: Tercüme: “Ey birâder, sen ancak bir düşünceden ve fikirden ibâretsin. Üst tarafın kemik ve sinirler ve adaleler ve liflerden ibârettir.”

Ve bu kesîf taayyünün gerekleri olan hayvânî sıfatların ortaya çıkmasına muhâlefet ederek mücâhede ağırlığını üzerine al! Ve tahkîk ehlinin kadîm ilimden aldıkları kelâma muhâlefet etmekten vazgeçip muvâfakat ve müsâade tâcını başına koy! Ve hitâb mahalli olan zâhir lisâna bakıştan fikrini çevirip sözün aslî çıkış yerine bak, Hakk’ı bulursun. Çünkü insânî sûret yukarıda îzâh edildiği üzere mâdenden ibâret olan maddesel zerrelerin bir arada toplanmasından oluşan bir terkîbdir ki, onda mevcût olan göz, kulak, dil vb. Hakk’ın sem‘, basar ve kelâm gibi sıfâtının açığa çıkması için konulmuş pencerelerdir. Ve bu ilâhî bilgiyi kendine düstûr edinip dinleyen kimseye baktığın zaman, onu dinleyen ve dinlettiren ve hitâb eden ve hitâb edilen bulursun. Nitekim güneş bir olduğu halde muhtelif pencerelerden, o pencerelerin şekillerine ve büyüklüğüne göre ışığı geçer. Pencerelerin çokluğu güneşin çok olmasını gerektirmez. Şimdi Hak söyleyen ve dinleyen olduğu vakit, sen her ne kadar maddesel sûretin itibariyle mevcût isen de, hakîkatte bu sıfatlar, o maddesel sonuk sûretin olmadığından, sen yok hükmündesin. Söylemeyi ve dinlemeyi kendine bağlaman vehminden doğmaktadır. Ne zamanki Hakk’ın bu sıfatlarının, senin bu maddesel sûretine yansıması ölüm ile senden kesilir ve duyu pencereleri kapanır; kendine bağladığın bu sıfatların senin olmadığı ve bu husûstaki da’vânın vehimden olduğu fiilen ortaya çıkar. Nitekim senin kırk yaşında olduğunu farz ettiğimiz vakit, kırk sene evvel ortada yok idin. Ve ömrünü yetmiş sene farz ettiğimizde ondan sonra yine yok olursun. Ve bu iki yokluk hâli içinde “hayat” dediğimiz sıfat senin olmayıp Hakk’ın olduğu için, her ne kadar hâzır görünmekte isen de, hakîkatte yine yoksun. İşte (Sav) Efendimiz Rabb’i azze ve celle hazretlerinden haber verip: “Kul ben onu sevinceye kadar nâfileler ile bana yaklaşmaktan ayrılmaz. Ne zaman Ben onu severim, onun işitmesi ve görmesi olurum” sözünde işâret bu-yururlar.

Bilinsin ki, yukarıdaki îzâhlara bakarak Hak Teâlâ hazretleri hakîkatte bütün kullarının işitmesi ve görmesi ve lisânıdır. Fakat kullarının çoğu bu sıfatları vehmî vücûtlarına bağlayıp bu hakîkatten habersizdirler. Bundan dolayı onların kendi zanlarınca Hak, kendilerinin işitmesi ve görmesi ve lisânı değildir. Bu vehmin onlardan kalkması ve hâlin hakîkatine vâkıf olmaları, ancak nebîlere ve onların getirdikleri hükümlere tamâmıyle tâbi’ olarak nefsânî sıfatlarının örtünmesiyle mümkündür. Ve bu hâl ilâhî ezelî muhabbetin onlar hakkında tecellîsi sebebiyle onların da Hakk’a muhabbetleriyle meydana gelir. Nitekim Hak Teâlâ “yuhıbbühüm ve yuhıbbûnehû” ya’nî “(Allah) onları sever, onlar da O’nu se-verler” (Mâide, 5/54) buyurur.

Ve kulların nâfile ibâdetleri hiç ayrılmadan yapmaları, Hakk’a olan muhabbetlerinden dolayı dosdoğru olarak Hakk’a yönelmeleriyle mümkün olur. Çünkü ibâdetlere devâm mutlaka muhabbetin sürüklemesiyle olur. İbâdet eden ya doğrudan doğruya Hakk’a muhabbet ile onun emrine hürmet için ibâdet eder; bu şekilde onun bakışında cennet lezzetleri ve cehennem elemleri bulunmaz. Veyâhut cennet lezzetlerine muhabbet ve cehennem elemlerinden korku ile Hakk’a ibâdet eder. Bu ise ancak kendi nefsine muhabbetten kaynaklanır. Bundan dolayı her iki şıkta da yapılan ibâdetin sürükleyicisi, muhabbet olur. Fakat ilk muhabbet seçkinlere ve ikincisi mü’minlerin avâmına mahsûstur. Şimdi seçkinlerin nâfile ibâdetlere ara vermeden devâm etmesi hâlinde Hakk’ın ezelî muhabbeti onlar hakkında fiilen zuhûr ve tahakkuk eder. Ve bu tahakkuk neticesinde vehmî vücûtlarının hakîkî vücûtta fenâsını müşâhede ederler; ve bu fenâ içinde kendilerinden çıkan sıfatların kendilerinin olmadığını bilirler. Bundan dolayı görmesi Hak olan böyle bir kimseden bir şeyin gizli olması mümkün olur mu? Ve lisânı Hakk’ın lisânı olan böyle bir kimsenin sözü son bulur mu? İşte ey hakîkat tâlibi, bu mukaddimede beyân edilen ma’nâları kalbine sindirip o ma’nâlar ile tahakkuk edici ol! Ve o ma’nâların üzerinde günlerce dur ve iyice araştır ki, doğru yolu bulasın! Ve inşâallah âkıbetin mahmûd olur. Böyle olunca hakîkate vâkıf olma sebeplerini çoğalt! Allah Teâlâ seni bu kitapta sana bildirdiğimiz şeyleri anlamaya ve hakîkatine ermeye muvaffak eylesin! Ve Allah Teâlâ bizi ve seni ledünnî ilmi ile faydalandırsın. Ve bizi ve seni ledünnî ilimlerin ehlinden kılsın!

(Âmîn bi-izzetihî!)