Yakîn gözünün İdrâkinden Engelleyen Perdeler;

besmele

ONDOKUZUNCU BÖLÜM

On Yedinci Bölümden İKİNCİ KISIMdır

Yakîn gözünün İdrâkinden Engelleyen Perdeler;

Kalb gözünü Melekûtun İdrâkinden Engelleyen Perdeler Beyânındadır

Nûrların üç olduğunu daha zikretmiş idik: Hayât nûru, akıl nûru, yakîn nûru. Hayât nûruna gelince, o hayvânî nefs şuâ‘ının yansımasıdır. Onun illetleri üçtür. “Rân ya’nî karartı” ve “hicâb ya’nî perde” ve “akıl”dır. Ve onların hepsi Kur’ân’da zikredilmiştir. Ve onların maddeleri şehâdet âleminde beşeriyyetin zâhir sıfatlarıdır. İşte bu şehâdet mertebesinde kalbde oluşmuş olan hastalıklardır. Bu da ancak hayvânî emmâre nefs yönündendir.

Ve akıl cevherinden onun şuâ‘ının yansımasıyla kalbde oluşan nûra gelince, onun illeti gazabî nefstir. Onun bir ateşi vardır ki, kalbi pişirir ve yakar. Şimdi ondan kalbin üzerinde bir duman çıkıp akıl ve kalb arasına perde olur. Böyle olunca nûr maddesinin yükselmesi kesilir. Bundan dolayı kararır. Ve bu dumana perde ma’nâsına olarak gıtâ ve kinn ve gışâve denir. Eğer yoğunlaşırsa körlüğüne sebep olur. Velâkin sudûrdaki kalbi körletir. Ve burada sudûr kelimesinin kullanılmasında bir işâret vardır. Biz onu sana terk ettik.

Ve yakîn nûruna gelince, ki ondan öte bir emel yoktur. Şimdi onun illeti kalbde ihlâsın yokluğu ve övülmüş ve zemmedilmiş amellere bakmakla kalb kabz olup onunla yakîn gözü arasına perde olur. Eğer yüz çevirirse, elbette ondan perde kalkar; ve açılma gerçekleşir; ve nûrlara ulaşır; ve alâmetler ve acâibler zâhir olur. Ve bu bölümün hakîkati Hak Teâlâ’nın “Allâhu nûrus semâvâti vel ardı” (Nûr, 24/35) sözünden “ve men lem yec’alillâhu lehu nûren fe mâ lehu min nûr” (Nûr, 24/40) sözüne kadar nazar eden kimse hakkındadır. Burada nûrların karşılığında olan perdeler sana belli olur ki, “âyâtun li kavmin ya’kılûn” (Câsiye, 45/5) ya‘nî “Akleden kavim için alâmetler vardır.”

Ya‘nî bu bölüm, kitâbın on yedinci bölümünün bir parçası olan ikinci kısmıdır ki, kitâbın tamâmının on dokuzuncu bölümü mesâbesindedir. Ve bu bölüm bundan önceki bölümde îzâh edilen yakîn gözünü idrâkten yana engelleyen perdeleri ve kalb gözünü eşyânın bâtınlarını idrâkten yana engelleyen perdeleri beyân eder.

Önceki bölümde konuyu anlayışa yaklaştırmak için maddî bir örnek vererek nûrların üç olduğundan bahsetmiştik. Bu üç nûr;

Dışarıdan gelen güneşin ışığı;

Aya ulaşan güneşin ışığı sebebiyle ay yüzeyinde gözüken nûr;

Ayın yüzeyinden dünyânın karanlık noktasına ulaşan nûr idi.

Ve bunlara karşılık olarak insan vücûdunda da aynı şekilde üç nûr mevcûd idi ki;

Birisi hayvânî nefsten çıkan nûr;

Diğeri hayvânî nefsten çıkıp akla akseden nûr;

Üçüncüsü akıldan basîret gözüne ulaşan nûr idi.

Bundan dolayı insan vücûdunda biri “hayât nûru”, diğeri “akıl nûru” ve biri “yakîn nûru” olmak üzere üç nûr mevcûd olmuş olur.

Hayât nûru:

Bu nûr hayvânî nefs şuâ’sının vücûdun bütün zerrelerine ve beyne ve ondan akla yansımasıdır. Onun engeli olan illetleri üçtür: Birisi “rân”, diğeri “hicâb” ve üçüncüsü “akıl”dır.

“Rân ya’nî karartı” günah işlenmesinden dolayı kalbde oluşan perdedir.

“Hicâb ya’nî perde” kalb aynasına varlık sûretlerinin tab’ olunmasıdır ki, gerçek talep edilenin görülmesine engel ve perde olur.

“Akl”ın engel olması, ilim nûrundan bir şey kazanamayıp kendi tahmînlerine tâbi’ olmasından dolayıdır.

Şimdi hayvânî nefs güneşe; ve akıl aya; ve kalb dünyânın karanlık yerlerine karşılık tutulduğunda,

“Rân ya’nî karartı”nın varlığı hayât nûrunun tutulmasına;

“Hicâb ya’nî perde”nin varlığı akıl nûrunun kalbe yansımasına engel olan bir perdeye;

“İlimsiz aklın” varlığı da hayât nûru ile basîret gözü arasına perde olarak, aynı şekilde “tutulmaya” karşılıktır.

Nitekim dünyâ, güneş ile ay arasına perde olursa “ay tutulması”; ve ay, güneş ile dünyâ arasına perde olursa “güneş tutulması” gerçekleşir.

Ve aynı şekilde güneşin ışığı aya ulaştığı ve aydan dünyâya nûr aksettiği halde, nûrun aksettiği yerde bulunan insan her tarafı kapalı bir yerde bulunsa ayın nûrunu idrâk edemez.

Ve bu “rân ya’nî karartı” ve “hicâb ya’nî perde” ve “akıl” denilen engellerin hepsi Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilmiştir.

“Rân ya’nî karartı” hakkında Hak Teâlâ buyurur: “Kellâ bel râne alâ kulûbihim” ya’nî “Hayır, belki kalplerinin üzerini rân etti ya’nî kararttı” (Mutaffifîn, 83/14).

Ve “hicâb ya’nî perde” hakkında buyurur: “Ve izâ kara’tel kur’âne cealnâ beyneke ve beynellezîne lâ yu’minûne bil âhıreti hicâben mestûrâ” ya’nî “Sen Kur’ân’ı okuduğun zaman, seninle âhirete inanmayanlar arasına gizli bir hicâb ya’nî perde kıldık” (İsrâ, 17/45).

Ve “akıl” hakkında da buyurur: “Em tahsebu enne ekserehüm yesmeûne ev ya’kılûne, in hüm illâ kel en’âmi bel hüm edallu sebîlâ” ya’nî “Yoksa onların çoğunun, işittiğini veyâ akıl ettiğini mi sanıyorsun? Onlar sadece hayvanlar gibidir. Hayır, onlar yoldan daha da sapanlardır” (Furkân, 25/44).

Ve bunların maddeleri şehâdet âleminde beşeriyyetin zâhir sıfatlarıdır. Ve bu şehâdet mertebesinde kalbte oluşan hastalıklardır. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Fî kulûbihim maradun, fe zâdehumullâhu maradâ” ya’nî “Onların kalplerinde hastalık vardır. Allah da bu sebeple onların hastalığını arttırdı” (Bakara, 2/10). Bu da ancak hayvânî emmâre nefs yönündendir. Çünkü bu şehâdet âlemine ayak basan her bir beşer ferdi âdet üzere emmâre nefs ile ortaya çıkar. Hak Teâlâ bu hakîkate “İnnel insâne le fî husrin” ya’nî “Muhakkak insan, gerçekten hüsrandadır” (Asr, 103/2) âyet-i kerîmesinde işâret buyurur.

Ve emmâre nefs mertebesi hayvâniyyet hâlinden ibârettir. Ve hayvâniyyet ise nefsânî hazzlara meyletmeyi gerektirir. Ve bundan dolayı insan nefsine ağır gelen ilâhî emirlere muhâlefet eder ve nefsine hoş gelen taraflara yönelir. Ve bunlar kalb için “rân ya’nî karartı” olur.

Ve aynı şekilde nefsine hoş gelen kadın, erkek, para, mevki’ gibi varlıksal sûretlere ilgi duyar ve muhabbet eder.Ve bu da kalb için “hicâb ya’nî perde” olur.

Ve karanlık akıl, ya‘nî “geçimlik akıl” ve “cüz’î akıl” da, kendi tavrının ötesinde olan işlerin bâtınlarını idrâk edemediğinden, şehâdet mertebesi ve beşerî sıfatların hükümlerinin dışına çıkamayıp “mâ hiye illâ hayâtuned dünyâ nemûtu ve nahyâ ve mâ yuhlikunâ illed dehr” (Câsiye, 45/24) ya’nî “Bizim ancak dünyâ hayâtımız vardır ki, biz ölürüz ve diriliriz. Ve bizi ancak zamân helâk eder” der. Nitekim tabîatçılar ve maddeciler ve diğer inkârcılar kendi cüz’î akıllarının hükmüne uyarak bu iddiâda bulunurlar. Ve cenâb-ı Mevlânâ (ra) Mesnevî-i Şerif’lerinde buna işâreten buyururlar:

Tercüme: “Her kimin kalbinde cüz’î aklının te’sîriyle şüphe ve dolaşıklık vardır, o kimse cihanda gizli bir felsefecidir. Zaman zaman i’tikâd gösterir; fakat cüz’î akıl engelinden kurtulamadığı için, o felsefe damarı onun kalbin yüzünü karartır.”

Akıl nûru:

Akıl cevherinden, hayvânî nefs şuâ’sının aksetmesiyle kalbe hâsıl olan nûrun illeti ve hastalığı, gazabî nefstir ki, bu nefsin şânı üstün görmek ve kibirlenmek ve kendini beğenmektir. Ve bunlar İblîs’in sıfatlarıdır. Bu nefsin bir ateşi vardır ki, kalbi pişirir ve yakar. Ve ondan kalb üzerinde bir duman çıkar, akıl ile kalb arasına perde olur. Ve netîcede hayvânî nefsten akla ve akıldan kalbe gelen nûr maddesi kesilir. Bundan dolayı kalbi karanlık kaplar.

Ve bu dumana perde ma’nâsına olarak “gıtâ” ve “kinn” ve “gışâve” ta’bîr edilir. Nitekim Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de her birine işâreten şöyle buyurur:

“Fe keşefnâ anke gıtâeke” ya’nî “İşte senden perdeni kaldırdık” (Kâf, 50/22) ve;

“Ve cealnâ alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu” ya’nî “onu anlamalarına karşı kalplerinin üzerine perde koyduk” (En’âm, 6/25) ve;

“Hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ sem’ihim, ve alâ ebsârihim gışâvetün” ya’nî “Allah onların kalplerinin üzerini ve işitmelerinin üzerini mühürledi ve görmelerinin üzerine gışave (perde) çekti” (Bakara, 2/7).

Ve eğer bu duman yoğunlaşırsa körlüğe sebep olur. Velâkin his gözünü değil, sudûrdaki kalbi körletir. Nitekim Hak Teâlâ Hacc sûresinde buyurur:

“E fe lem yesîrû fîl ardı fe tekûne lehüm kulûbun ya’kılûne bihâ ev âzânun yesmeûne bihâ, fe innehâ lâ ta’mal ebsâru ve lâkin ta’mal kulûbulletî fîs sudûr” (Hacc, 22/46) ya’nî “Acabâ yeryüzünde gezmezler mi ki, (geçmiş kavimlerin şehirlerinin harâbelerini görüp) kalbleriyle akletsinler ve (târîhlerini) işitsinler. Gerçi onların his gözleri kör değildir; velâkin sadırlarındaki kalbleri kördür.”

Şimdi geçimlik akıl sâhibi olan gazabî nefs kibirlenerek, hakîkatleri idrâk etme husûsunda rehbere muhtaç olmadığına inanmış olduğu için, tevâzuyu ve alçalmayı kabûl etmez. Ve Hakk’a da’vet olunsa Ebû Cehil gibi hiddetlenir. Hiddet ve gazab ateşinden peydâ olan duman gittikçe yoğunlaşır ve kalbi kör olur. Çünkü akıl nûru kalbe bu duman engeli nedeniyle ulaşamaz. Körlük hasatalığı artar. “fe zâdehumullâhu maradâ” ya’nî “Allah da onların hastalığını arttırdı” (Bakara, 2/10). Nitekim zamanımızın inkârcılarının hâli bunun apaçık şâhididir. Kendilerini Peygamber’den daha akıllı zannederler; işlerin bâtınlarından yana kör olduklarını bilemezler.

Cenâb-ı Şeyh (ra) buyururlar ki: Kur’ân-ı Kerîm’de “sudûr” kelimesinin kullanılmasında bir işâret vardır. Biz o işâretin keşfini ve anlaşılmasını sana terk ettik, burada îzâh etmedik. “Sudûr” kelimesindeki işâret hakkında fakîre gelen ma‘nâ şudur:

Sadr, sîne ma’nâsına geldiği gibi, “bir şeyin evveline” de denir. Ve “sudûr” sadr kelimesinin çoğuludur. Ve “bir şeyin evveli” ma’nâsına alındığında, kader sırrına işâret edilir. Çünkü her ferdin sâbit ayn’ı ve hakîkati kendinin sudur ettiği ya’nî çıktığı yeridir. Bundan dolayı “lâ ta’mal ebsâru ve lâkin ta’mal kulûbulletî fîs sudûr” (Hacc, 22/46) ya’nî “his gözleri kör değildir; velâkin sadırlarındaki kalbleri kördür.” (Hacc, 22/46) âyet-i kerîmesinde ilâhî ilimde hakîkati şakîlikle sâbit olanlara işâret buyrulur. Ya’nî onların his gözleri kör değildir.

Şehâdet âleminde ezelî şakî ile ezelî saîdin zâhir gözleri varlıksal sûretleri görmekten yana eşittir. Velâkin onların sudûrda ve ezelde ilâhî ilimde sâbit olan hakîkatleri gereğince kalbleri kördür. Ve onlar ezelî kördür. Onlara nasîhat ve öğüt kâr etmez. Ve Peygamber (as) onları Hakk’a da’vet ettikçe körlüklerinden inkârlarında ısrâr ederler; ve şakîliklerini artırırlar. Nitekim âyet-i kerîmede “İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâu” (Kasas, 28/56) ya’nî “Ey Peygamber’im! Sen sevdiğine hidâyet edici olmazsın. Velâkin Allah Teâlâ dilediğine hidâyet eder” buyrulur.

Hak Teâlâ hazretlerinin irâdesi ilmine ve ilmi de ma’lûma ya’nî bilinene tâbi’dir; ve ma’lûm ise sâbit ayn’lardır. Bundan dolayı ilâhî ilimde zorlama olmaksızın şakîlikle sâbit olan kimselerin hidâyetine tabi’ki ilâhî irâde bağlanmaz. Ve bu hâlde de onlardan hidâyet ve dalâlet türünden olarak hakîkatlerinin gereği olan şeyler açığa çıkar.

Cenâb-ı Şeyh (ra) birinci kısmın sonlarında “İki nûr bir diğerine bitiştiği vakit, insan mahlûkât hakkında kaderin sırrının nasıl hükmettiğini müşâhede eder” buyurmuş olduğundan, kader sırrına bağlanan sudûr kelimesindeki işâretin keşfini de hakîkat tâlibi olan okuyucuya terk etmiştir.

Yakîn nûru:

Bu yakîn nûru insan için en son emeldir. Ve o emelin üstünde insan için başka bir emel yoktur. Şimdi bu yakîn nûrunun illeti ve hastalığı kalbde ihlâsın yokluğudur. Ya’nî Hak ve hakîkate kalbin tamâmıyla yönelememesidir. Ve övülmüş ve zemmedilmiş amellere bakmakla kalbin kabz olmasıdır.

Örneğin sâlik namaz ve oruç ve zikrin çokluğu gibi övülmüş amellerine bakıp: “Bu kadar ibâdetim ve sâlih amellerim var. Elbette bu sâyede yüksek derecelere ulaşırım” der. Veyâhut “Benim bunca isyânım ve işe yaramaz amellerim var. Bunların eşkâli altında zebûn iken, benim için ma‘nevî yüksek derecelerin kapısı kapanmıştır” der.

Ve ihlâsın yokluğunda riyâ ile halkı görür ve diğer şekilde de kendini ve amellerini görür. Oysa sâlike lâzım olan mâsivâyı ve vücûdu kaldırmak idi. Bu haller ise mâsivâ ve vücûd isbâtı olup bütünüyle onların zıddıdır.

Ve bunlar yakîn gözüne perde olan şeylerdir. Eğer sâlik bunlardan yüz çevirip tam bir hâlislikle Hakk’a yönelirse, elbette kalbden perde kalkar ve kalbe açılım olur. Ve bahsedilen üç nûra ulaşıp, kalbindeki yakîn gözüne melekût alâmetleri ve acâibleri gözükür.

Ve bu bölümün hakîkatinin zuhûru Hak Teâlâ’nın Nûr sûresinde olan “Allâhu nûrus semâvâti vel ardı” (Nûr, 24/35) mübârek sözünden “ve men lem yec’alillâhu lehu nûren fe mâ lehu min nûr” (Nûr, 24/40) sözüne kadar yakîn gözü bakışıyla bakan kimse hakkında olur ki, bunlar altı âyet-i kerîmedir. Bu âyet-i kerîmelerin hakîkatlerinin beyânı, başlı başına bir kitâb olmaya lâyık bulunduğundan burada şerh edilmesi ve tefsîri mümkün değildir.

İşte kitâbın bu bölümünde anlatılan üç nûr karşılığındaki perdelerin neden ibâret olduğu sana belli olmuştur. Cenâb-ı Şeyh (ra) “âyâtun li kavmin ya’kılûn” (Câsiye, 45/5) ya‘nî “Akleden kavim için alâmetler vardır” âyet-i kerîmesini konuya tam olarak uygun olduğundan dolayı kitâb ibâresi tarzında vermiştir ki, üç nûru ve onların perdelerini akledenler için açık beyânlar vardır, demek olur.