ON SEKİZİNCİ BÖLÜM
On Yedinci Bölümden BİRİNCİ KISIMdır
O Kitabın Bölümlerinden On Sekizincidir
Aklın, Yakîn Nûrunu Kalb Sâhası Üzerine Feyzlendirmesinin Ârifliği
Anlatacağımız şeyi, yakınlaştırmak için bir misâl verelim. Şöyle ki: Muhakak güneş parlak bir cisme karşılık olduğu vakit, bu cisimden bir nûr yansır. Güneşe karşılık olmayan bir yeri, o nûr sebebiyle ışığın yansımasıyla ışıklandırır. Ay ışığı gibi o güneşin ışığının yansımasıdır. Şimdi güneşi görmeyi isteyen kimse, o nûr kendisine yansımış olan yere bakışını diksin ve parlak cisme baksın; o güneşi keşfeder. Ve bu tertîbden üçlü bir şekil gelir ki, birinci esâsı “güneş,” ikinci esâsı “parlayan cisim” ve üçüncü esâsı “yansıyan ışığın vurduğu yer”dir. Ve bu misâli sana verdikten sonra bilesin ki, muhakkak hayvânî nefsten kendisinde rûh olan büyük boşluk tarafından, kalbden bir nûr taşar; en uzak yerlere kadar ulaşır. Daha sonra bu nûr, feleğin hareketi gibi, yansır; beyne ulaşıncaya kadar yükselir. Şimdi bitişik olarak yayılışı akla ulaşır ki, onun basîret gözü üzerine feyizlenme te’sîri vardır. Bu nûr basîret gözüne zâhir olduğunda normal göz için güneş gibidir. O, “İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbun” ya’nî “kendisi için kalb olan kimseye bu (Kur’ân’da) nasîhat vardır” (Kâf, 50/37) sözüyle muhâtabdır. Burada his için ma’nâ yoktur. Bundan dolayı şuâ’ basîret gözünden kalb sâhası üzerine yansır. Normal gözden çıkan şuâ’nın görülen şeylerin üzerine aksetmesi gibi. Böyle olunca melekûtun acâibine bakar ve nûrlar bitişir. Ve bunun indinde kalbde ikinci göz açılır. Ve o, yakîn gözüdür; ve o yakîn nûruna bakıcıdır. Çünkü Allah Teâlâ’nın iki nûru vardır. Ve nûrun biri onunla hidâyet eder ve nûrun diğeri de ona hidâyet eder. Ve onun için kalbde iki göz vardır. Biri basîret gözüdür ki, o yakîn ilmidir. Ve diğer göz yakîn gözüdür. Hakk’a hidâyet eden nûra bakar. Allah Teâlâ “yehdîllâhu li nûrihî men yeşâu” ya’nî “Allah Teâlâ nûruna dilediği kimseyi hidâyet eder” (Nûr, 24/35) buyurur. Ve o yakîn nûrudur. Ve dîğer nûr hakkında da “yec’al leküm nûren temşûne bihî” ya’nî “Sizin için bir nûr kıldı ki, siz onunla yürürsünüz” (Hadîd, 57/28) buyurur. Onunla hidâyet eden nûr, O’na hidâyet eden nûra bitiştiği vakit, insan göklerin ve yerin melekûtunu müşâhede eder. Ve mahlûkât hakkında kader sırrının nasıl hükmettiğini bu göz ile görür. Ve o Hak Teâlâ’nın “nûrun alâ nûr” ya’nî “nûr üzerine nûr” (Nûr, 24/35) sözüdür.
Cenâb-ı Şeyh (ra) bu değerli kitâbı esâs i‘tibârı ile on yedi bölüm üzerine tertîb buyurmuştur. Ve on yedinci bölümde insana yüklenmiş olan sırların özelliklerini ve sâlikin ne gibi haller üzerine olması gerekeceğini ve büyük âlem ile küçük âlem olan insanda bu sırlara paralel olan şeyleri anlatmak gerekmiş olduğundan, bu on yedinci bölümü de beş kısım üzerine yazmıştır. Bu beş kısımdan her birine yazılmış olan hakîkatler ve ilâhî bilgiler aslında on yedinci bölümün esâslarına dâhil olmakla berâber, kitabın tamâmının ayrı ayrı birer bölümü sayılmaya ve i’tibâr edilmeye de lâyık olduğundan, kitabın on yedinci bölümünün bu birinci kısmı on sekizinci bölümü mesâbesinde olmuştur. Bu on sekizinci bölümde, aklın yakîn nûrunu kalb sâhası üzerine ne şekidle feyzlendirdiği beyân ve îzâh edilir:
Şimdi gerek akıl ve gerek yakîn nûru ve gerek kalb sâhası, his gözü ile görülebilecek maddî şeyler olmadığından anlatılacak olan bilgileri anlayışa yaklaştırmak için maddî bir örnek verilmesi gerekir. Çünkü misâl ile akledilen şey hissedilir olur. Şöyle ki:
Güneş parlak bir cisme karşılık olduğu vakit bu cisimden bir nûr yansır. Ve bu cisim kendisinden yansıyan o nûr ile, güneşe karşılık olmayan yeri ışıklandırır. Nitekim astronomi ilmine vâkıf olanlar bilirler ki, güneş dünyânın her hangi bir noktasından battığında o nokta karanlık olur. Ve bu karanlık noktaya karşılık gelen aya güneşin ışığı vurunca ayın yüzeyi aydınlanır. Ve ondan yayılan aydınlık dünyânın karanlık noktasına yansır. Dünyânın bu karanlık noktasında oturmakta olup güneşi görmeyi isteyen kimse, kendisine nûr yansımış olan dünyâya ve yüzeyi parlayan aya bakışını diksin. O güneşin vücûdunu keşfeder; ve onun vücûduna vâkıf olur. Ve bu tertîbden üç esâsı içine alan bir şekil peydâ olur ki, birinci esâs “güneş,” ikincisi “parlak cisim” ve üçüncüsü “yansıyan ışığın vurduğu karanlık yer”dir.
Bu örneği verdikten sonra bilesin ki, hayvânî nefsten bir nûr taşar. Ve bu nûr, rûhun bağlandığı ve hükmettiği kalb tarafından çıkar, cismin en uzak yerlerine kadar ulaşır. Ya‘nî hayvânî nefs ki, cisme kendi tercîhini kullanmak ile hareket veren kuvvettir, bunun makâmı kalbdir.
İnsânî rûhun ise bu hayvânî nefse kalbde, san’atın ele ve bakışın göze bağlantısı gibi, ta‘rîfe sığmayan bir bağlantısı vardır. Ve bu bağlantıya “büyük boşluk” ta‘bîr edilir.
Şimdi bu nûr kalbden taşıp cismin en uzak yerlerine, ya’nî parmakların ucuna kadar, ulaşır. Daha sonra bu nûr feleğin hareketi gibi yansıyıp beyne ulaşıncaya kadar yükselir. Bu nûrun bitişik olarak yayılması, ya’nî kesilmeksizin birbirine bitişik olarak gelişi, akla ulaşır ki, o nûrun kalbdeki basîret gözü üzerinde feyizlenme te’sîri vardır. Ya’nî akla ulaşmış olan o nûrdan kalbdeki basîret gözü feyizlenir.
Bu nûr basîret gözüne zâhir olduğunda, his gözü için maddî güneş gibidir. O basîret gözü “İnne fî zâlike le zikrâ li men kâne lehu kalbun” (Kâf, 50/37) ya’nî “Kendisi için kalb olan kimseye bu Kur’ân’da nasîhat vardır” sözüne muhâtab olur. Demek ki, basîret gözü açılmamış olan kimseler bu hitâba ehil değildirler.
Burada his için ma’nâ yoktur. Ya’nî bu basîret gözü hissî bir şey değildir, belki ma’nevîdir. Şimdi şuâ’ basîret gözünden kalb sâhası üzerine yansır. Bu yansıma, gözden çıkan şuâ’ın görülen şeylerin, ya’nî eşyâ sûretlerinin üzerine aksetmesine benzer. Böyle olunca o basîret gözü, ki bâtın gözüdür, melekûtun acâibine, ya’nî eşyânın bâtınlarının acâibine bakar.
Ve nûrların menşeinden çıkışı ve yansıması bitişik olarak geliyor olduğundan, bunun indinde kalbde ikinci bir ma’nevî göz daha açılır. Ve o göz yakîn gözüdür ki, yakîn nûruna bakar. Çünkü Allah Teâlâ’nın iki nûru vardır:
Nûrun birisiyle tabîat karanlığı içinde sırât-ı müstakîm görülüp yürünür.
Ve diğer nûr da, bu sırât-ı müstakîmde Hakk’a hidâyet eder. Çünkü her sırât-ı müstakîm üzerinde yürüyen mü’min Hakk’ın nûrunu müşâhede edemez.
İşte bu iki nûr için kalbde de iki göz vardır:
Birisi basîret gözüdür ki, o yakîn ilmidir; ve his gözünün hatâlarını gören ancak bu gözdür. Basîret gözüne bağlanan nûr hakkında “yec’al leküm nûren temşûne bihî” (Hadîd, 57/28) ya’nî “Sizin için bir nûr yaptı ki, siz onunla yürürsünüz” Ve bu da yakîn ilmidir.
Ve ikinci göz yakîn gözüdür ki, Hakk’a hidâyet eden nûra bakar. Bu yakîn gözüne bağlanan nûr hakkında Hak Teâlâ “yehdîllâhu li nûrihî men yeşâu” (Nûr, 24/35) ya’nî “Allah Teâlâ nûruna dilediği kimseyi hidâyet eder” Bu nûr yakîn nûrudur.
Şimdi basîret gözünün nûru olan yakîn ilmi, yakîn gözünün nûru olan yakîn nûruna bitiştiği vakit, insan göklerin ve yerin melekûtunu, ya’nî bâtınlarını, muâyene ve müşâhede eder. Hak Teâlâ’nın açılmasını istediği kadar eşyânın hakîkatlerine ve sâbit ayn’lara bakıp mahlûkat hakkında kader sırrının nasıl hükmettiğini yakîn gözüyle görür. Ve bu zulmânî âlemde her bir kimsenin hakikatinin gereği olmak üzere, ne gibi fiiller ile meşgûl olacağını ve şakîyi ve saîdi bilir. Bu iki nûrun bitişmesinin delîli Kur’ân-ı Kerîm’de “nûrun alâ nûr” (Nûr, 24/35) ya’nî “Nûr üzerine nûr” sözüdür.
Nitekim (Sav) Efendimiz, ashâb-ı kirâmdan Hz. Zeyd’e:
“Yâ Zeyd, nasıl sabahladın?” buyururlar. Hz. Zeyd de şu cevâbı verir:
“Yâ Resûlallah, mü’min olarak sabahladım.” Server-i kâinât Efendimiz hazretleri:
“Her şey için bir hakîkat vardır. Senin îmânının hakîkati nedir?” buyururlar. Cenâb-ı Zeyd de:
“Nefsimi dünyâdan çektim; ve gündüz susuz oldum ve gece uyanık kaldım. Sanki bâriz olarak Rabb’imin Arş’ına bakarım. Ve sanki ni’metlenen ve lezzetlenen cennet ehline ve azâbta olan ateş ehline bakarım” dedi. Server-i enbiyâ (asv) Efendimiz:
“İsâbet ettin, Bundan dolayı sükût et!” buyurdular.
Ve cenâb-ı Mevlânâ (ra) efendimiz Mesnevî-i Şerîf’in birinci cildinde cenâb-ı Zeyd’in dilinden şöyle tefsîr ve beyân buyururlar:
Tercüme: “Bir sabah Peygamber Zeyd’e, ey safâlı arkadaşım, nasıl sabahladın? buyurdu. Hz. Zeyd “Mü’min kul olarak” dedi. Tekrâr buyurdular ki: “Eğer îmânın bâğı açıldı ise, hani nişânı?” Hz.Zeyd: “Ben günlerce susamış ve gece aşk ve yanmalardan uyumamıştım. Nihâyet gece ve gündüzden öyle geçtim, nasıl ki mızrağın ucu siperden geçer. Öyle ki o taraftan milletin hepsi birdir. Yüz bin sene ve bir sâat eşittir. Ezel ile ebedin birliği vardır. Aklın o tarafa tahkîk ve araştırma yolu yoktur.” Server-i enbiyâ Efendimiz buyurdular: “Bu yoldan, bu diyârın anlayış ve akıllarına lâyık armağan getirdin ise, getir bakalım!” Hz. Zeyd dedi: “Halk âsumânı nasıl görüyorlar ise, ben de Arş’ı ve arşa mensûpları görüyorum. Benim önümde sekiz cennet ve yedi cehennem , putperestin önündeki put gibi, zâhir oldu. Değirmende buğdayı arpadan tanıdığım gibi, halkı birer birer tanırım. Öyle cennetlik kimdir ve bigâne kimdir? Benim önümde yılan ve ay gibi âşikârdır.”
İşte cenâb-ı Zeyd (ra) “nûrun alâ nûr” (Nûr, 24/35) sırrına ulaşan saâdetlilerden olup kader sırrının halk üzerine nasıl hükmettiğini yakîn gözü ile görmüştür. Ve bu kitâbın yazarı cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) de bu sırra mazhar olmakla âlemde ileride olacaklar hakkında ilâhî izin ile bir çok bilgiler vermişlerdir. Şecere-i Nu’mâniyye’si ile Ankâ-yı Muğrib’i ve Muhâzaratü’l-Ebrâr ve Müsâmeretül-Ahyâr isimli eserlerindeki “Harâbü’l- büldân fi âhiri’z-zamân” bahsi bu keşiflerinin içerisindendir.