Hayât feleği onunla döner. Her bir mevcûdda ve her bir şeyde bulunur.

Mükerrem taş: Allâh Teâlâ’nın Kitâb’ından onun âyeti “ve cealnâ minel mâi külle şey’in hayyin” ya’nî “Biz herşeyin hayâtını sudan kıldık” (Enbiyâ, 21/30)’dur. Hayât feleği onunla döner. Her bir mevcûdda ve her bir şeyde bulunur. Ve onun özelliği ayn’ları değiştirmektir. Tedbîrli ve ne yaptığını kuvvetle bilerek, istediğin şey üzerine ondan az bir şey naklettiğin zaman, bu şeyin hakîkatinin verdiği şeyden dolayı onun “ayn”ı değişir. Kîmyâ ehli indinde “iksîr” gibidir ki, sen onu alıp kalayın ve demirin üzerine katarsan onları gümüşe döndürürsün. Ve bakır ve kurşun üzerine katıp onları altına döndürürsün. Oysa o birdir. Tabîatların farklılığından dolayı kabûl muhtelif olur. Bu hakîkat dahi böyledir. Onu âsîye naklederse itâatkâr olur; ve kâfire nakledersen mü’min olur. Ve bu, varlığı azîz olan o kibrît-i ahmerdir ki, Allâh Teâlâ onu esirgediği şeylerden kıldı. Ve onu hazînelerinin en yükseğine emânet olarak bıraktı. Ona ulaşan kimse, onun üzerinde, onun eserini göremez. Çünkü onun üzerine hâsıl olan hüküm, onu esirgemedir.

Dış âlemde, kîmyâ ehli indinde “iksîr” ta’bîr edilen “mükerrem taş” olduğu gibi, buna karşılık olarak insan vücûdunda da böyle bir mükerrem taş vardır. Ve bu taş, “sâfiye nefs” erbâbından, haklarında ilâhî ezelî inâyet şerefle çıkmış olanlara açılır. Ya’nî kendilerine hayret taşı açılmış olan zâtların arasında bulunur.

Ve Kur’ân-ı Kerîm’den bu mükerrem taşın âyeti “ve cealnâ minel mâi külle şey’in hayyin” (Enbiyâ, 21/30) ya’nî “Biz her şeyin hayâtını sudan kıldık” mübârek sözüdür.

Çünkü izâfî vücûdların arşı su üzerinde kurulmuştur. Nitekim Hak Teâlâ “ve kâne arşuhu alel mâi” ya’nî “Ve O’nun arşı su üzerinde idi” (Hûd, 11/7) buyurur. Ve bütün şeylerin sudan var olduğu olduğu ve her bir şeyde su bulunduğubilim ehli indinde sâbit olduğundan burada ayrıntısına girmek işi gereksiz yere uzatmak olur.

Şimdi su, izâfî vücûdların aslı olduğu gibi ve her şeyde mevcûd bulunduğu gibi, Hakk’ın zâtı da her şeye sirâyet etmiştir. Ve bütün eşyânın ayakta tutucusudur. Ancak her şeyde bâtındır. Fakat “ahfâ ya’nî çok gizlilik mertebesi”ne nâil olan saâdetlilerde zâhirdir; ve onlardan tecellî edicidir.

Ve bu tecellî rabbânî tecellîdir. Bu kitabın yazarı cenâb-ı Şeyh-i Ekber ve kibrît-i ahmer (ra) efendimiz Kitâbü Tuhfeti’s-Sefere ilâ Hazreti’l-Berere isimli eserinde buyururlar ki:

“Rabbânî tecellîde görüş olduğundan fenâ içinde fenâ zâhir olup emmâre nefs tamamıyla ölü hükmünde olup emînlik oluşur. Ve rabbânî tecellî iki türlüdür: Biri zâtî, diğeri sıfâtîdir.

Zâtî tecellî, ulûhiyyet ve rubûbiyyet tecellîsi olup;

Ulûhiyyet tecellisi cenâb-ı fahr-i risâlet Efendimiz’e olmuştur ki, buna “İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâhe” ya’nî “Muhakkak ki sana bîat edenler Allah’a bîat ederler” (Feth, 48/10) âyet-i kerîmesiyle işâret edilmiştir.

Ve rubûbiyyet tecellîsi Hz. Mûsâ efendimize olmuştur ki, “fe lemmâ tecellâ rabbuhu lil cebeli cealehu dekkan ve harra mûsâ saıkan” ya’nî “Ne zamanki Rabbi, dağa tecellî etti, onu paramparça etti ve Mûsâ, baygın olarak düştü” (A’râf, 7/143) mübârek sözüyle bu makâma işâret edilmiştir.

Sıfâtî tecellîye gelince: Bu da iki tür üzere olup ya cemâlî veyâ celâlidir. Bunlardan her biri de zâtî ve kalbî olur.

Eğer tecellî “mevcûdiyyet” sıfâtıyla olursa “fenâ içinde fenâ” zâhir olur. Nitekim bu tecellî Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine zâhir olduğunda “Vücûd ancak Allâh’ın vücûdudur”

Eğer tecellî “vâhidiyyet” sıfâtında zâhir olursa vahdet zâhir olur. Nitekim Ebû Saîd hazretlerine olduğunda ba’zı sözler söylediler.

Eğer “kâimiyyet” sıfâtından tecellî ederse “kıyâm bi’n-nefs ya’nî nefsiyle kâim” zâhir olur. Nitekim Bâyezîd’e olduğunda “kendimi tenzîh ederim, şânım ne yücedir”

Ve eğer “âlimiyyet” sıfâtından tecellî ederse ledünnî ilim oluşur. Nitekim Hz. Hızır (as)’a olmuştur ki, “ve allemnâhu min ledunnâ ilmâ” ya’nî “ve Biz ona ledün ilmimizden öğrettik” (Kehf, 18/65) âyet-i kerîmesi bu makâma işârettir.

Eğer “mürîdiyyet” sıfâtında tecellî ederse irâde zâhir olur. Nitekim Ebû Osman hazretlerine zâhir olduğunda: “Otuz seneden beri Allah’ın murâdı benim murâdımdır”

Eğer “kâdiriyyet” sıfâtında tecellî ederse kudret zâhir olur. Nitekim Efendimiz (sav) hazretlerine olmuştur ki, “mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ” ya’nî “attığın zaman sen atmadın, lâkin Allah attı” (Enfâl, 8/17) âyet-i kerîmesinde bu makama işâret edilmiştir.

Ve eğer “bakā” sıfatından tecellî ederse ikiliğin kalkması gerekir. Nitekim Hüseyn ibn Mansûr’a zuhûrunda: “Seninle benim aramda sıkıntı verici olan ancak benim; beni Vücûd’unla aradan kaldır!”

Ve eğer “râzikıyyet” sıfâtında tecellî ederse ihsân olarak rızık verilir. Nitekim cenâb-ı Meryem’e zuhûr etmiştir ki, “Ve huzzî ileyki bi ciz’ın nahleti” ya’nî “Ve hurma ağacının gövdesini üzerine silkele” (Meryem, 19/25) âyet-i kerîmesi bu makâma işârettir.

Ve eğer “hâlıkıyyet” sıfâtında tecellî ederse halk ile birlik zâhir olur. Nitekim Îsâ (as)’a olmuştur ki, “ve iz tahluku minet tîni ke hey’etit tayri” ya’nî “topraktan kuş şeklinde sûret yapmıştın” (Mâide, 5/110) âyet-i kerîmesi bu makâma işârettir.

Ve eğer “azamet ve kibriyâ” sıfâtında tecellî ederse varlık eserlerinin mahvolması zâhir olur.

Ve eğer “cebbâriyyet” sıfâtında tecellî ederse son derece heybetli bir nûr zâhir olur.

Ve eğer “kahhâriyyet” sıfâtında tecellî ederse fenâ içinde fenâ zâhir olur.

Ve eğer “azîziyyet” sıfâtında tecellî ederse iki yurdun saâdeti hâsıl olur.”

Şimdi bu îzâhlardan anlaşıldığı üzere, insanda mevcûd olan bu mükerrem taşın özelliği dış âlemindeki “iksîr”in özelliği gibi ayn’ları değiştirmektir. Tedbîr ve hikmet çerçevesinde, dilediğin şey üzerine ondan biraz bir şey katacak olursan, o şeyin hakîkatinin gereğine göre, o şeyin “ayn”ı değişir. Ya’nî o şeyin hakîkatinin ve sâbit ayn’ının isti’dâdı içerisinde, bu izâfî âlemdeki ayn’ı değişir; yoksa sâbit hakîkati değişmez. Çünkü hakîkatleri değiştirmek mümkün değildir.

Bu hakîkat, dış âlemde kîmyâ ehli indindeki iksîre benzer. Bu konuda kîmyâ ile ilgili ba’zı özet îzâhlar verilmesinde fayda vardır.

Bilinsin ki, kîmyâ ilmi iki çeşittir.

Birisi “yeni kîmyâ”dır ki, okullarda okutulur. Ve elemenlerden ve onların karışımlarından bahseder. Bu kimyâ zâhirî ilimlerdendir. Ve fransızlar bu ilmin uzmanlarını “chimiste” ta’bîr ederler.

Diğeri noksan sayılan ma’denleri kâmil tedbîrlerin kuvvetiyle noksan mertebesinden kemâl derecesine ulaştırma ilmidir. Ve ma’denlerin en kâmili gümüş ve altın olarak i’tibâr edilmiştir. Ve bu ilim okullarda öğrenilmeyip erbâbı indinde gizli tutulur. Fransızlar bu ilmin uzmanlarına “alchimiste” ta’bîr edip yakın vakte kadar alay ederler idi. Ne zamanki sonradan “elektron” teorisi keşfedildi, kîmyâda anlatılan basît elementlerin birdîğerine değişme imkânı anlaşıldı. Hayâl sayarak alay ettikleri şeyin hakîkat olduğunu anladılar. Çünkü basît elementlerden her birinin atomu çeşitli sayıda elektronlardan oluşmuştur. Ve atom çekirdeğinin etrâfında eksi yüklü tanecikler olan elektronlar dönerler, güneşin etrâfında gezegenlerin dönüşü gibi. Her bir elementin atomlarını oluşturan elektronlardan ba‘zıları düşürülür veyâ attırılırsa başka bir unsurun atomuna dönüşür. Örneğin bakırın elektronlarını tebdîl ederek altına dönüştürmek mümkün olur. Ancak bu elektronların arttırılmasının ve azaltılmasının ne gibi haller ve şartlar içerisinde olduğu keşfedilememiştir. Oysa eski kîmyâda kullanılan “iksîr” bu atomların elektronlarını tebdîl ile unsurları bir diğerine değiştirebilir. Ancak iksîrin kullanım usûlü erbâbı indinde gizli tutulur. Bu eski kîmyâ erbâbı derler ki: İksîrin kullanım usûlü ve onun kullanımıyla ma’denlerin değişmesi ilâhî sırlardandır. Ma’nâ erbâbından ve irfân ehlinden başkasına açılması câiz değildir. Hırs debdebesi ve dünyâ fesâdlıklarıyla kirlenmiş olan kimselere bu ilmin öğretilmesinde toplum için zararlar vardır. Ammâ himmet eteğini dünyâ lezzetlerinin pisliğinden çekmiş olan ehlullâh ve evliyâullâha bu sırrın açılmasında zarar değil, belki fayda vardır. Nitekim Hz. Mevlânâ (ra) buyururlar:

Tercüme: “Kîmyâ ve sîmyâ ve rîmyâ denilen garîb ve gizli ilimler ancak evliyânın zâtına mahsûstur.”

Ve gizli ve garîb ilimler beş çeşittir: Kîmyâ, sîmyâ, hîmyâ, lîmyâ ve rîmyâdır. Bunlara âid ta‘rîfler konumuzun dışında olduğu için terk edildi. Bunlar hakkında özet bilgi almak isteyen kalbi sâf ihvân Hindistan’da basılmış olan Matla‘ul-Ulûm ve Mecma‘u’l-Fünûn ismindeki kitâbı incelesinler.

Şimdi bu ta‘rîflerden eski kîmyânın ne olduğu ve iksîrin ne demek olduğu anlaşıldı. İşte sen bu iksîri alır ve kalaya ve demire katarsın. İksîrin te’sîriyle onlar gümüşe dönüşür. Ve bakır ve kurşunun üzerine katarsın, onları altına dönüştürürsün. Oysa iksîr aslında bir şeydir. Fakat ma’denlerin tabîatları muhtelif olduğundan, kendilerine iksîr katıldığında, kabûlleri de muhtelif olur. Ya‘nî kimi gümüşe, kimi altına dönüşür. İşte mükerrem taş olan bu hakîkat dahi böyledir. Bu mükerrem taş, kendisine açılmış olan muhterem zât onu bakışıyla âsîye naklederse o âsî itâatkâr olur; ve kâfire naklederse ederse o kâfir mü’min olur. Hâce Hâfız Şîrâzî (ks) bu makâma işâretle buyurur:

Tercüme: “Onlar toprağa bakmakla kîmyâ ederler, olabilir mi ki, bize de göz ucuyla baksınlar!”

Ve aynı şekilde cenâb-ı Mevlânâ Celâleddîn Rûmî (kuddise sırruhü’s-sâmî) efendimiz kendi yüksek hâllerini beyânen buyururlar:

Nazmen tercüme:

Toprak mâdem ki elimde olur altın ve gümüş

Bana yol kesici olur mu fitneci altın akça

Ve yine buyururlar: Nazmen tercüme:

Bakırı altın eder kîmyâ, acîbdir bu

Bakıra bak ki beher lahza kîmyâ çıkarır

Sonuç olarak bu çok büyük makâma sâhib olan evliyâullâhın bu gibi sözleri çoktur.

İşte bu mükerrem taş varlığı azîz ve nâdir olan o “kibrît-i ahmer” ve iksîrdir ki, Allah Teâlâ onu esirgediği şeylerden kıldı; ve bu hakîkati kıymetinin kemâlinden dolayı gizledi. Ve onu haketmeyen ve lâyık olmayan kimselerden esirgedi. Bu esirgeme, hâşâ ki Hak Teâlâ hazretlerinin cimriliğinden ola! Eğer bu hakîkati Hak Teâlâ ehlinin dışındakilere verse hikmetine aykırı olurdu. Çünkü bir çocuğun eline bir pırlanta taşını teslîm etmek, veyâhut bir hırsıza mücevheri emniyyet edip bırakmak akıllı kişiler indinde ahmaklıktır. Allah Teâlâ hazretleri ise bu gibi lâyık olmayan sıfatlardan yana münezzehdir. Onun için bu hakîkati hazînelerinin en yükseğine emânet olarak bıraktı ki, o hazîne rabbânî tecellîler hazînesidir. Ve onun üstünde tecellî yoktur. Nitekim yukarıda îzâh edildi.

Şimdi bu mükerrem taşın keşfi her bu tecellîye nâil olanlara da olmaz. Bundan dolayı, bu hazîneye ulaşan kimse, onun üzerinde bu mükerrem taşın eserini göremez. Ancak haklarında ezelî inâyet öne geçmiş olanlar bundan istisnâdır. Nitekim bu hâlin eserleri açıktır.

İ’tirâf etmelidir ki, zamânımızda evliyâullâha rastgelindiği halde, bir bakışta sâliki fenâ makâmına ulaştıranlar görülemedi; ve görenler de işitilmedi. Oysa bu kitabın yazarı Şeyh-i Ekber ve cenâb-ı Mevlânâ ve Abdülkâdir Geylânî ve Şâh-ı Nakşbend ve benzeri pîrân (rıdvânullâhi aleyhim ecmaîn) hazarâtından bizlere bir çok sağlam haberleri ulaşmış ve bir çok menkıbeleri nakledilmiştir. Bundan dolayı bu mükerrem taş kendilerine açılmış olan zâtlar nâdirin nâdiridir. Çünkü bu taşın üzerine Hak tarafından hâsıl olan hüküm esirgemedir. “Allahümme yessir lenâ bi-câhi nebiyyinâ-l mustafâ” ya’nî “Allah’ım, Nebî’miz Mustafâ (s.a.v) ‘in makāmını bizim için kolaylaştır.”

Bu da suâlden yana bast sırrıdır.