Hakk’ın zâtına bağlı olan ilimleri bilir

besmele

Ve kırmızı yâkût da bundandır. Allah Teâlâ’nın Kitâb’ından onun âyeti “leyse ke mislihî şey’un” ya’nî “O’nun misli gibi bir şey’ yoktur” (Şûrâ, 42/11)’dir. Ve onun özelliği, insan kudsî rûh yönünden onu müşâhede edici olduğu vakit, o Hakk’ın zâtına bağlı olan ilimleri bilir ki, başkalarının ona vâkıf olmadığı şeydir. Şimdi eğer gazabî nefsi yönünden onu müşâhede edici olur ve zorbalardan bir zorbaya rastlarsa, muhakkak o, onu küçük düşürür. Ve onun nefsinde büyüklenmekten yana bulduğu şeyi tevâzuya çevirir. Ve eğer ona serzeniş eder ve onu korkutursa, onu affeder.

Bilinsin ki, imkân âleminde “yâkût” dedikleri kıymetli taş Seylan Ada’sında ve Zengibâr’daki bir dağın eteklerinde bulunur. Rengi âteş kırmızısı, esmer, sarı, beyaz, mâvî, penbe, bordo, bulanık erguvânî ve siyâh olur. Dîğer taşlardan ilk bakışta ağırlığı ve sertliği ile fark edilir. Yâkutu ancak elmas deler. Yâkutun özellikleri şunlardır: Onu taşıyan kimse vebâdan emîn olur. Ve eğer ağzında tutarsa kalbine kuvvet verir. Ve gam ve kederi giderir. Ve susuzluğu dindirir. Ve onu taşıyan kimse insanların bakışında azîz ve muhterem olur. Ve ondan yaptıkları bir tür ma’cûn vücûda çok kuvvet verir; ve kanı temizler.

Şimdi âlemde mevcûd olan kırmızı yâkûta karşılık olarak, insanda da kırmızı yâkût mesâbesinde bir sır ve latîfe vardır. Ve bu sır “rûh latîfe”sidir. Ve “rûh latîfe”sinin rengi tahkîk ehlinin ba’zılarına göre kırmızıdır. Ve Allah Teâlâ’nın Kitâb’ından bu sırrın âyeti “leyse ke mislihî şey’un” (Şûrâ, 42/11) ya‘nî “O’nun misli gibi bir şey’ yoktur” mübârek sözüdür.

Bilinsin ki, her bir rûh kendi sâbit ayn’ına bağlanır. Ve her bir sâbit ayn bir ilâhî ismin sûretidir. Ve ilâhî isimler birbirinden farklı olup muhtelif eserleri bulunduğundan birdîğerinin misli ve benzeri değildir. Çünkü ilâhi tecellîde tekrâr yoktur; biri diğerine aslâ benzemez. Bundan dolayı her bir rûh bu i’tibâr ile “leyse ke mislihî şey’un” vasfını taşımaktadır. Nitekim bunun misâli his âleminde gözükmektedir. İnsan ferdleri insâniyette bir dîğerinin misli ve benzeri olduğu halde, halk edilmişlik ve huy yönündn bir dîğerinin misli ve benzeri değildir. Bu i’tibâr ile her biri “leyse ke mislihî şey’un” vasfını tasdîk edicidir.

Şimdi sâlike rûhî tecellî olduğu zaman, onun beşerî sıfatları kalkar. Fakat tecellî örtülü olursa nefsî tabîatına geri dönüp sâlik için tatmînkârlık oluşmaz. Ve rûhânî tecellî ba’zı kere zikir ve tâat nûrlarının üstün gelmesinden dolayı olur. Ve rûhâniyyet denizi dalgalandığı zaman kalb sâhiline çarpar.

İnsan kudsî rûh yönünden bu hâli müşâhede edici olduğu vakit, Hakk’ın zâtına bağlı olup başkalarının vâkıf olamayacağı ilimleri öğrenir ki, bu ilimleri alma esâsları yukarıki şerhlerde geçti. Ve bu, ilim keşfi sırrıdır. Ve rûhi tecellînin, sonradan olma olanın alâmetiyle vasıflanıp, sâlik üzerinde fânî kılma kuvveti olamıyacağından, sâlik bu tecellî içinde kendi çevresini ve çevresindeki fiilleri ve hareketleri idrâk eder.

Şimdi sâlik bu hâl içinde iken çevresinde gördüğü haram işlerden bir şeye karşı gazabî nefsiyle gözükür. Ve şerîata aykırı harekette bulunan zorbalardan bir zorbaya rastlarsa onu küçük düşürür. Ve o zorbanın nefsinde büyüklenmekten, o sâlike karşı bulduğu şeyi, ya’nî büyüklenme ve kibirlenme cinsinden bulduğu şeyi, tevâzua çevirir. Ve o zorbanın nezdinde bu tecellî sâhibi azîz ve muhterem görünür. Nitekim yâkûtun özelliklerinden biri de bu idi. Ve eğer bu tecellî sâhibi, o zorbaya karşı bu şerîata aykırı hareketinden dolayı serzeniş ederse ve onu ilâhî azâbı hatırlatarak korkutursa, o zorbanın elinde zâhirî kuvvet var iken, ona zulmetmeye kalkışmayıp affetmekle muâmele eder.