Büyük âlemde mevcûd olan kıymetli taşlara karşılık olan, insan vücûdundaki taşların özellikleri

Şimdi biz insânî taşların özelliklerinden bahsedelim. “Hayret taşı” bu cinstendir; ve o azîz bir taştır ve onda esmerlik vardır. Ve yeri karanlıklar denizidir. Ve onun acâib sırları vardır. Ve o kalbde bir zâtî noktadır. Gözde bebek gibidir ki, o görme mahallidir. Cum‘a gününde bir sâat gibidir. Nitekim (aleyhi ve âlihi’s-selâm) buyurdu. Ve ona cum‘a bir ayna olarak temsîl olundu ki, onda bir siyâh nokta var idi. Ve haber verdi ki, o cum’ada olan bir sâattir. Şimdi kalb üzerinde örtü bulunduğu vakit, bu taşın vücûdu zâhir olmaz. Ve insanda akıldan ve onun dışında olan rûhların hepsi, ancak bu noktanın müşâhedesini gözleyicidir. Eğer kalb beklenti ve zikir ve tilâvet ile cilâlanırsa bu nokta gözükür. Ve gözüktüğü zaman, ona Hakk’ın zâtından başka karşılık gelen bir şey yoktur. Bundan dolayı bu taştan bir nûr yayılır, cismin her köşesine sirâyet eder. Akıl ve onun dışındakiler hayrette kalır. Bu taştan çıkan çok büyük ve çok geniş ve çok parıltılı nûr onları dehşette bırakır. Böyle olunca onlar için ne zâhir ve ne de bâtın tasarruf ve hareket gözükmez.Ve işte bunun için “hayret taşı” denildi. Şimdi Allah Teâlâ bu kulun devamlılığını istediği vakit kalb üzerine bir bulut parçası gönderir ki, bu noktadan çıkan çok büyük ve çok geniş nûr ile kalbin arasında perde olur. Nûr ona yansıyarak devâm eder. Ve rûhlar ve organlar serbest kalır. Ve bu ancak sâbitlemedir. Bu durumda kul görüntüsünün devâmı için, bu bulutun arkasından müşâhede edici olarak beşeriyetine devâm eder. Ve tecellî de dâimâ devâm edici olup bu taşta ebeden gitmez. Ve işte bunun için çokları der ki, muhakkak Hak aslâ bir şeye tecellî etmedi ki, bundan sonra ondan perdelenmiş olmasın. Fakat sıfatlar muhtelif olur.Ve bu ma’nâda bizim beyitlerimiz vardır:

Ne zamanki Allah kapısını çalmaya devâm ettim, gâfil değil ısrarcı idim; Tâ ki “ayn”e onun vechinin celâli gözüktü, git gidebildiğin kadar,ancak O’dur.

Ve Allah Teâlâ’nın kalbine îmân yazdığı kimse de böyledir. Çünkü onu ebeden mahvetmez. Ve bunun için “ulâike ketebe fî kulûbihimül îmâne” (Mücâdele, 58/ 22) ya’nî “İşte kalblerine îmân yazdığı kimseler onlardır” buyurdu. İşte bu faydalı taş istenen birşeydir ki, seni mahbûbun müşâhedesine vâkıf kılar. Şimdi bunu bil! Ve Kur’ân’dan bu sırrın âyeti “hattâ izâ fuzzia an kulûbihim kâlû mâzâ kâle rabbüküm, kâlûl hakka” ya’nî “Onların kalplerinden korku giderilince: “Rabbiniz ne buyurdu?” dediler. (Onlar da) “Hakkı buyurdu” dediler” (Sebe’, 34/23)’tür. Ve taşın özelliği budur ki, her hangi bir vakitte kul ile kâim olduğunda, ona taarruz eden her bir şeyi onun yönelişi ve bilgisi olmaksızın kahreder.

Şimdi büyük âlemde mevcûd olan kıymetli taşlara karşılık olan, insan vücûdundaki taşların özelliklerini anlatalım:

Büyük âlemde üzerlerine ba‘zı sûretler yansımış olmasından dolayı hayret verici ve esmer renkli bir takım kıymetli taşlar olduğu gibi, insanda da buna benzer bir “hacer-i beht ya’nî hayret taşı” vardır.

Ve o taş azîz bir taştır. Onda esmerlik vardır.

Ve onun yeri karanlıklar denizidir. “Karanlıklar denizi”nden kasıt tabîat tezgâhında kesîf unsurlardan dokunmuş olan “kalb”dir. Çünkü unsurlar âlemi “karanlıklar denizi”dir.

Ve “hayret taş”ından kasıt unsurî kalbde olan “süveydâ ya’nî siyah nokta”dır ki, bu süveydâda gizlenmiş sır vardır. Ya’nî ma’nâ sûrete bağlanmıştır. Hünerin ele ve bakışın göze bağlanışı gibi. Bundan dolayı bu ma‘nâ o sûretin ne dâhilinde ve ne de hâricindedir. Niteliksiz ve ta’rîfi mümkün olmayacak şekilde bağlanmıştır. Ve buna “latîfe-i ahfâ ya’nî çok gizli latîfe” bağlanır. Ve bu çok gizli latîfenin rengi ba’zı tahkîk ehline göre siyâhdır. Ve Hak Teâlâ hazretleri hadîs-i kudsîde, “Ben ahfâdayım”

Ve o taşın acâib sırları vardır.

Ve o kalbde zâtî bir noktadır. Ya’nî kalbin zâtı olan özel bir noktadır.

Kalbin mevcûd olduğu her mahalde mutlaka o da bulunur.

Gözde görüş mahalli olan göz bebeği gibidir. Göz olan yerde göz bebeğinin bulunmaması mümkün değildir.

Ve aynı şekilde cum’a gününde olan bir sâat gibidir ki, o sâatte her duâ ve istek ilâhî indinde mutlaka kabûl edilir. Nitekim (Sav) Efendimiz hadîs-i şerifinde beyân buyurmuştur. Zât-ı risâlet-penâhîye “cum’a günü” bir ayna şeklinde sûretlendirildi ki, o aynda bir siyâh nokta var idi. O siyâh noktanın cum’a günündeki makbûl bir sâat olduğunu haber verirler.

Şimdi kalb üzerinde nefsânî sıfatlardan kaynaklanan fenâlıklar ve günâhlar ve bozuk inançlar örtüsü olduğu sürece, bu taşın vücûdu kalbde ortaya çıkmaz. Oysa insânda akıldan ve onun dışındaki kuvvetlerden mevcûd olan rûhların hepsi, ancak bu noktanın müşâhedesini gözleyicidir.

Bilinsin ki, insanın vücûdunda mevcûd olan akletme kuvveti ve hayâl etme kuvveti ve tefekkür etme kuvveti ve işitme kuvveti ve görme kuvveti gibi kuvvetlerin her biri ayrı ayrı birer rûh sâhibidir. Bu rûhların tamâmı insânî küllî rûhu oluşturur. Onun için âyet-i kerîmede bunlardan her birinin ayrı ayrı mes’ûliyyeti zikredilmiştir.

“İnnes sem’a vel basara vel fuâde küllü ulâike kâne anhu mes’ûlâ” ya’nî “Muhakkak ki işitme, görme ve fuâd, onların hepsi, mes’ûldürler” (İsrâ, 17/36). Bunların mes’ûliyyeti insânî küllî rûhun mes’ûliyyetini doğurur.

Şimdi eğer kalb beklenti ile, ya’nî Hakk’ın yardım tecellîsine beklenti ile ve Allah zikri ve Kur’ân okumakla parlatılır ise bu nokta zâhir olur. Çünkü üzerindeki paslar bu şekilde silinir.

Ve bu nokta cilâlanıp temiz olduğu vakit, ona Hakk’ın zâtından başka karşılık gelen hiç bir şey yoktur. Çünkü mâsivâdan hiç bir sûretin yansımasını kabûl etmez. Bundan dolayı Hakk’ın zâtının tecellîsi sebebiyle bu taştan bir nûr yayılır. Ve bu nûr cismin her köşesine yayılır.

Ve insan vücûdundaki akıl rûhu ve diğer kuvvetlerin rûhları onu görünce hayrette kalırlar. Ve bu taştan çıkan çok büyük ve çok geniş nûr ve onun parıltısı bu rûhları dehşete düşürür. Bu hâlde iken rûhların insân vücûdunda ne zâhiren ve ne de bâtınen tasarruf ve hareketlerinden hiç bir eser kalmaz. Çünkü bu hayret onları faâliyetten alıkoyar. İşte bunun için kalbdeki bu zâtî noktaya “hacer-i beht ya’nî hayret taşı” denildi.

Bu tecellîye mazhar olan kulun bütün kuvvetlerinin tasarruftan kalışı yönüyle bunların tamâmı olan küllî rûh dahi hayrete dalar ve o kul küllî fenâ âleminde bulunur. Bu salt fenâ içinde kul dünyevî ve sûrî muâmelelerinden yana devre dışı kalır.

Allah Teâlâ bu kulun beşeriyyete döndürülmesi sûretiyle devamlılığını istediği zaman, kalbin üzerine bir bulut parçası gönderir ki, bu noktadan çıkan çok büyük ve çok geniş nûr ile kalb arasında perde olur. Nûr o bulut parçasına yansıyarak devâm eder; ve kuvvetlerin ve organların rûhları serbest olur.

İşte bu hâl o kulu tecellî ile örtünme arasında sâbitlemedir. Bu durumda kul beşeriyyet görüntüsünün devâmı için bu bulutun arkasından Hakk’ın zâtını devâm üzere müşâhede ederek beşeriyyet içerisinde kâim olur. Ve tecellî de kesilmeyip bu taşta ebeden gitmez. İşte bunun için tecellîye nâil olan zâtların çokları dediler ki: “Muhakkak Hak, aslâ bir şeye tecellî etmedi ki, bu tecellîden sonra kendisine tecellî edilenden örtünmesin.” Ya’nî Hak tecellîden sonra mutlaka bir sûretle örtünür; ve bu tecellî içinde kulun şöyle kelâmları olur. Beyt:

Tercüme: “Ne zamanki kalb Hakk’ın yeri oldu, Hak benim iledir, ben de Hak ileyim. Hak Hakk’a vâsıl olmuştur. Kendimin üzerinde Hû Hû derim.”

Fakat sıfatlar muhtelif olur. Ya’nî sıfat tecellîleri ve onun husûsları ihtilâf üzeredir. Çünkü tecellî kābiliyyetlere ve isti’dâdlara göredir. Ve kābiliyyetler ve isti’dâdlar ise muhteliftir. Çünkü ilâhî isimlerde ve sıfatlarda ihtilâf bulunduğunu îzâha bile gerek yoktur.

Bu ma’nâda bizim beyitlerimiz vardır:

Ne zamanki beklenti ve zikir ve Kur’ân okumakla Allah kapısını çalmaya devâm ettim; ve bu kapıyı çalmaktan yana hiç gaflete düşmedim. Ya’nî ben de sülûk sâhibiyim, benim de bu iş ile âşinâlığım vardır, tarzında akrân ve benzerlerime üstünlük güdüsünde değil idim. Belki mâsivâdan tamâmen bakışımı kesip cidden Hakk’ın tecellisinin zuhûrunu gözleyici idim. Sonuçta Hakk’ın yardımı zuhûr edip hayret veren taştan küllî rûhumun “ayn”ına onun vechinin celâli zâhir oldu. Bu zuhûr ebeden kesilmesi. Git gidebildiğin kadar!… Ancak hep onun vechinin celâlidir. Şimdi ey sâlik!

“Kim ki kapıyı çaldı, çalmakta ısrâr etti, içeriye girdi.” Ve böylece

“Kim ki taleb etti ve talebinde ısrarcı oldu, istediğini buldu”

buyrulmuş oluşu yönüyle talebde ciddiyyet ve istikâmet şarttır. Usanç aslâ câiz değildir.

Ubeydullâh Ahrâr (ks) Risâle-i Vâlidiyye’lerinde şöyle buyururlar:

“Sultân Ebû Yezîd Bistâmî’nin bir mürîdi var idi ki, senelerce zikir ile meşgûl olduğu hâlde ona hiç bir feth ve açılım olmamış idi. Bu hâlden hiç bir şekilde usanmayıp günden güne ciddiyeti ve gayreti artar idi. Diğer mürîdler onun bu hâline hayret ederlerdi. Hz. Sultân buyurdular ki: “Ba’zı kimseler bir takım haller ve olaylar sebebiyle ünsiyeyt ve huzûr hâsıl ederler ve kendilerinde bu sûretlerden hazz peydâ olur. Ve o kimsenin usanmaması bundan dolayıdır. O mürîd ise huzûrun yokluğu ve usanmasına dâir bir çok sebepler olmakla berâber zikrine devâm eer ve çalışır. Onun himmet ve azmi hepsinden daha kuvvetli ve a’lâdır. Ona “sultânü’z-zâkirîn ya’nî zikredicilerin sultânı” diyelim!” buyururlar. Ve bütün ashâbı ondan bu isim ile bahsederler.

Ve Hak Teâlâ’nın kalbine îmân yazdığı kimse dahi böyledir ki, îmân nûru onun kalb süveydâsından aslâ ayrılmaz. Bu sebeple âyet-i kerîmede;

“Ulâike ketebe fî kulûbihimül îmâne” ya’nî “İşte kalblerine îmân yazdığı kimseler onlardır” (Mücâdele, 58/22); ve aynı şekilde;

“Ve mâ kânallâhu li yudîa îmâneküm” ya’nî “Ve Allah sizin îmânınızı zâyî edecek değildir” (Bakara, 2/143) buyurdu.

İşte insânî vücûdda talep edilen şey bu faydalı taştır ki, seni mahbûbun müşâhedesine vâkıf kılar. Bundan dolayı bu beyân ettiğimiz sırrı bil ve dâimâ onun talebinde ol!

Ve Kur’ân-ı Kerîm’den bu sırrın âyeti “hattâ izâ fuzzia an kulûbihim kâlû mâzâ kâle rabbüküm, kâlûl hakka” ya’nî “Onların kalplerinden korku giderilince: “Rabbiniz ne buyurdu?” dediler. (Onlar da) “Hakkı buyurdu” dediler” (Sebe’, 34/23)’tür. Bu âyet-i kerîmenin yüce ma’nâsı yukarılarda geçti.

Ve bu “hacer-i beht”in, ya’nî “hayret taşı”nın özelliği budur ki, her hangi bir vakitte kul ile kâim olduğunda, ya’nî kalbden örtü kalkıp tecellîye mazhar olduğunda, o taş o kula taarruz eden zulmânî ve nûrânî perdeleri kul onlara yönelmeden ve bilgisi dahi olmadan kahreder; ve kulun kalbi mâsivâya bağlanma belâsından hiç külfete girmeden kurtulur. İşte bu hayret müşâhedesinin sırrıdır.

Fakîr 1321 rûmî senesinde küllî rûhu hayretli bir hâlde kalmış ve henüz beşeriyyete döndürülmemiş olan bir zâtı Yenibahçe’de oturmakta olduğu evinde, mürşidim Mehmed Es’ad Dede hazretleri ve ba’zı muhterem arkadaşlarla berâber ziyâret ettim. Bu zât hadîs ilmi âlimlerinden ve Şâzeliyye tarîkatının kerem sâhibi şeyhlerinden Tunuslu Mustafa Efendi hazretleri idi. Kendileri sünnet-i seniyye gereğince sağ ellerinin avuç içini sağ yanaklarına koyup kıbleye dönük bir şekilde yatmışlar idi. Mübârek yüzü gâyet parlak, yanakları gül gibi latîf bir kırmızılık içinde; ve gözleri gâyet parlak olup açık bir hâlde kıble tarafına bakıyordu. Yanında bulunduğumuz zaman içerisinde aslâ gözlerini kırpmadı; ve a’zâ ve organlarında hiç bir hareket eseri görünmedi. Eşinden aldığımız bilgilere göre bir şey yemeksizin ve içmeksizin günlerce bu hâl içinde imiş. Kendisinden hiç bir beşerî ihtiyâc gözükmez imiş. Nihâyet bu muhterem zât beşeriyyete döndürülmeksizin âhirete intikâl etmiştir (kaddesallâhu sırrahû!).