Şimdi hâriçten delîl talebinden sakın! Basamaklara muhtâc ol! Ve delîli, zâtın için zâtından talep et! Hakk’ı zâtında bulursun. Görmedin mi ki, Resûlullah (sav) Efendimiz’in nebîliği sâbit olduğu ve aklı çalışan nefislerde (Sav) Efendimiz’in nefsinin hevâsından değil, Allah Teâlâ tarafından söylediği karar kıldığı vakit boyun eğerek kulluğa ve teslîme dâhil oldular. Ve onlar üzerine teklîf edilen vâzifeler tasarruf edici oldu. Ve onlar “Delîli nedir ve sebebi nedir?” diye soru sormadılar. Ve sahâbe (rıdvânullâhi aleyhim) hazretlerinden ba’zıları Hak Teâlâ’nın “Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tes’elû an eşyâe in tubde lekum tesu’küm” ya’nî “Ey mü’minler, ba‘zı şeylerden soru sormayınız! Eğer o size açıklanırsa fenâ olursunuz” (Mâide, 5/101) sözünde, ondan yasaklanıncaya kadar, ona eşyâdan soru sordular. Sahâbe-i kirâm, Resûlullah (sallallâhü aleyhi ve âlihî ve sellem) hazretlerinden soru sormaktan yasaklandık, dediler.
Şimdi ey irşâd edilmek isteyen kardeşim! Seni yoldan nefret ettiren bir kimse sana sataşıp derse ki, onlardan delîl ve burhân talep et! Ya’nî bu yol ehlinin ilâhî sırlardan söylediği şeyde. Şimdi sen ondan yüz çevir! Ve bunun karşısında ona cevâben de ki: Balın tatlılığına ve cimâ’ın lezzetine ve onların benzerlerine delîlin nedir? Ve bana bu eşyânın mâhiyetinden haber ver! O elbette sana: Bu ancak zevk ile ya’nî bizzat yaşanılarak öğrenilen bir ilimdir; ta’rîf altına girmez ve onun üzerine delîl getirilemez, der. Şimdi sen ona: İşte bu da onun gibidir, de! Ve ona diğer bir misâl beyân edip de ki: Senin kendi elin ile binâ ettiğin bir evin olsa, ve senden başka ona bir kimsenin haberi olmasa; ve onun bahsi edilip haberi insanların kulaklarına ulaşsa; ve sen seçkinlerinden birini seçip o hâneye ancak onu soksan ve onu incelese; ve insanlardan onu oraya soktuktan sonra, senin ona vâkıf olduğun şeyi müşâhede ile ihâta etse; sonra insanlara çıksa ve oturup onlara onda gördüğü şeyi vasfetse; onun: O bu sıfattadır, diye anlattığı şey üzerine bu makāmda delîlin nedir, denilmesi doğru olur mu? Bu doğru olmaz. Birisi buna niyetlense, insanlar ona ahmak ve akılsız derler. Ve bu, üzerine delîl getirilmeyen şeydir, derler. Nihâyet biz hâne sâhibinin içeri aldığı bir adamı gördük; çıkıp gördüğü şeyi vasfetti. Şimdi ona güzel zannı olan ve indinde adâleti sâbit bulunan kimse, onu sözünde tasdîk eder. Ve tasdîk etmeyen kimse buna delîl gösterip susturmaz. Bir kimse onun söylediği sözü inkâr etmeyi iyi görmez. Ve eğer sen bu adamın iddiâsı üzerine vâkıf olmak istersen evin sâhibini isteklendir ki, seni de ona dâhil eylesin. Bundan dolayı sen de göresin. Bundan başka çâre yoktur.
Şimdi ey kardeşim, takvâ netîcesi olan bu yüce ilim de bunun gibidir. Biz bir adamı Allah Teâlâ’ya takvâ ile amel etmiş; ve onun hudûdu indinde vâkıf olmuş; ve zühd ve vera’ ve onun benzerleri ile vasıflanmış; daha sonra bu vasıflardan sonra akıllarımıza sığmayan bir ilim ile konuşmuş görür isek, ki Allah Sübhânehû hazretleri ledünnî ilmi ancak ona hîbe etmiştir, şimdi iddiâ ettiği şeyde teslîm ve tasdîk ve ona iyi zan etmek ve i’tirâzı terk üzerimize vâcib olur. Çünkü Allah Teâlâ kullarından dilediğini ilimlerinden ba’zılarına mahsûs kılar. Nitekim “Yu’til hikmete men yeşâu” ya’nî “Hikmeti dilediğine verir” (Bakara, 2/269) buyurur. “Ve allemnâhu min ledünnâ ilmâ” ya’nî “Ledünnümüzden ilim öğrettiğimiz” (Kehf, 18/65) buyurur. Ve onun hakkında Musâ ve Hızır (sallallâhü aleyhimâ) mes’elesi yeterince iknâ edicidir, ya‘nî tahsîsde. “Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hüm yus’elûn” ya’nî “O, yaptığı şeylerden mes’ul değildir. Ve onlar, mes’uldür” (Enbiyâ, 21/23) Sahâbeden asla çıktı mı? Yâhut Nebi (s.a. ve âlihî ve sellem) hazretlerine öğle ve akşam namazlarının sebebi nedir? Ba‘zısında sessiz ve ba‘zısında sesli okunur, diye sordukları işitildi mi? Biz işitmedik ve bu olmadı. Çünkü onun ma’sûmluğu sâbit ve doğruluğu açık ve onun nefsinden söylemediği anlaşıldı. Şimdi biz seni, her ne vakit Nebî’nin vârisi olan, ve Resûl’ün doğruluğuna mu‘cizenin delîl oluşu gibi, ilminin sıhhatine delîl olan takvâya sarılmış bulunan kimse üzerine, delîl ve sebep talep eder görür isek; biliriz ki, senin indinde doğruluk sıfatı karar kılmış değildir. Ve senin için ondan az bir şey zâhir olmadı. Şimdi onların hallerini onlara teslim et ve onların sözlerini inkâr etme! Ve “Rabbî zidnî ilmen” ya’nî “Rabb’im ilmimi arttır” (Tâhâ, 20/114) de! Sana onun indinden bir kapı açılması umulur. (17)
Ya‘nî kendi vücûdunun hâricinden delîl talep etme! Çünkü ne ararsan sende mevcûttur. “Basamaklara muhtâc ol!” Ya‘nî hakikatine yükselmek için sende bir takım merdiven basamakları vardır ki, onlar nefis yönünden “emmâre nefs,” “levvâme nefs” ve “mülhime nefs,” “mutmainne nefs” ve “râzıyye nefs” ve “marzıyye nefs” ve “kâmile nefs”dir. Ve rûh yönünden “hayvânî rûh” ve “kalb” ve “izâfî rûh” ve “sır” ve “sırrın sırrı” ve “hafî” ve “ahfâ”dır. Bunların hepsi her insanın kendi vücûdundadır. Ve insanın mi’râcı bu sûretle gerçekleşir. Ve her basamakta bir zevkî ilim ya’nî hakîkat yaşantısı peydâ olur ki, bu ilmi hâriçten almak mümkün değildir.
Bundan dolayı “delîli, zâtın için zâtından talep et!” Hakk’ı “kâmile nefs” ve “ahfâ” mertebelerine ulaştığında kendinde bulursun ve zevkî ilim ile bilirsin. Ve zevkî ilimden söz söyleyenleri gördüğün zaman, onlardan delîl talep etme! Çünkü buna delil getirilmesi mümkün değildir. Onun delîli o sözlerin hakîkatini kendi nefsinde bulmandan ibârettir. Böyle olunca onların sözlerini kabûl et, inkâr etme!
Görmedin mi ki, (Sav) Efendimiz’in nebîliği zâhirî halleri ile sâbit olduğu zaman ve Hak tarafından söylediğine aklı çalışan kimselerin nefislerinde kuvvetli bir ilim peydâ olduğu zaman, boyun eğdiler ve teslim oldular. Teklîf edilen vâzifelerden her ne tebliğ buyurdu ise, üzerlerine aldılar. Bu teklîfin sebebi nedir? Ve lüzûmuna delîl getir, demediler. Ve ashâbdan soru soranlar da var idi. Fakat Mâide sûresinde olan: “Yâ eyyuhellezîne âmenû lâ tes’elû an eşyâe in tubde lekum tesu’küm” (Mâide, 5/101) ya‘nî “Ey mü’minler, ba‘zı şeylerden soru sormayınız! Eğer o size açıklanırsa fenâ olursunuz” âyet-i kerimesinin inişiyle, (Sav) Efendimiz’e soru sormaktan yasaklandık, dediler; ve sorudan vazgeçtiler. Bu âyetin iniş sebebini şöyle rivâyet ederler ki;
Surakâ b. Mâlik (ra); “Yâ Resûlallah, her sene üzerimize hac vâcib midir?” diye soru sordu. “Ömründe ancak bir kerredir. Eğer sana her sene vâcibdir desem vâcib olurdu. Oysa ona tâkat getiremez idiniz. Bundan dolayı böyle şeylerden sormayı terk edin! Çünkü geçmiş ümmetlerin helâki peygamberlerine çok soru sormalarından ve ihtilâflarından oldu” buyurdular.
Çünkü çok soru sormak, sorana külfet yükler. Bu hâl dünyevî işlerde de böyledir. Örneğin bir efendi hizmetkârına: “Git, çarşıdan bir okka üzüm al!” dese, hizmetkâr tahmîni olarak yenebilecek kadar bir üzüm almakla vazifesini yerine getirmiş olur. Eğer hizmetkâr: “Üzüm hangi türden olacak?” derse, efendi üzümün türünü ta’yîn eder. Ve hizmetkâr tekrar ‘”Kaç kuruşa kadar alayım?” dese, efendi değerini belirler. Eğer hizmetkâr soru sormasaydı kolaylıkla bir okka üzüm tedârik edip getirebilecek idi. Arka arkaya soruları sebebiyle türü ta’yîn edilmiş ve değeri belirlenmiş olan üzümü aramak için dolaşmak mecbûriyyetinde kaldı. Ve bu sorular zorluk ve külfet doğurdu. Nitekim bu hâl Bakara sûresinde bakara (inek) kesilmesi kıssasında açıkça hikâye buyrulmuştur. Sonuç olarak zevkî ya’nî bizzat hakîkatini yaşama müşâhedelerine dayanarak söz söyleyen hakîkat ehlinin sözlerine delil getirmesini istemek selîm akıl indinde münâsib değildir.
Şimdi ey irşâd edilmek isteyen yol kardeşim! Seni bu yoldan nefret ettirmek ve sülûktan vazgeçirmek teşebbüsünde bulunan bir kimse sana derse ki: “Canım, bu yol ehlinin bir takım sözleri vardır ki, onları akıl kabûl etmiyor. Bunlardan delîl iste, söyledikleri sözleri aklen ispât etsinler! Onlara körükörüne teslîm olma! Sen böyle yok kesicilerden yüz çevir! Çünkü o hamâkatinden nâşî tâlib-i hakikat olmak lüzûmunu idrâk edemiyor. Ve seni de tenfîr edip kendisinin düştüğü kuyuya çekiyor.
Sen o ahmağı susturmak ve irşâd için cevâben de ki: “Balın tatlılığına ve cimâ’ın lezzetine ve onların benzerlerine delîl getir! Çünkü balın tatlılığı ve cimâ’ın lezzeti mevcûttur. Henüz bal görüp yememiş ve henüz yetişkin olup nefsinde cimâ lezzetini tatmamış olan kimseye bunların vücûdunu isbât et!” dersen, bunların isbâtı mümkün değildir. O kimse balı tatmak ve yetişkin değilken bülûğ çağına ulaşıp cimâ‘ etmek ile bunların varlığına vâkıf olur. Ve aynı şekilde ona metinde tasvir ve îzâh edilen ev örneğini ver!
İşte takvâ netîcesi olan ve yüce tasavvuf ilmi de bu örneklere uygundur. İlâhî azametten korkarak, ilâhî kelâmında beyân buyurduğu emirler ve yasaklar dâiresini geçmeyen ve zühd ve vera‘ ve övülmüş ahlâk ile vasıflanmış olan bir kimsenin bizim akıllarımıza sığmayan bir ilimden bahsettiğini görür isek, onu tasdîk ve teslîm etmek ve ona iyi zan edip i’tirâz etmemek bizlere vâcib olur. Çünkü Allah Teâlâ ledünnî ilmin ancak bu vasıfları taşıyan kimselere ihsân eder.
Bilesin ki, “akıl” dediğimiz ilâhi ni‘metin ihâta ve idrâk edemeyeceği bir şey yoktur. Ancak akl-ı külle kadar aklın muhtelif mertebeleri vardır. En düşük mertebesi “akl-ı maâş ya’nî geçimlik akıl”dır. Bu akıl tabîat âleminde mahsûr kalan kimselerin, ya’nî zâhir ehlinin aklıdır. Akl-ı maâş ya’nî geçimlik akıl ancak kendi dâiresinde tasarruf edicidir; ve şehâdet âleminin hallerini idrâk edicidir. Şehâdet âleminin üstündeki âlemin hallerini idrâk edemediği için onları uzak görür. “Bel kezzebû bimâ lem yuhîtû bi ilmihî” ya’nî “Hayır, ilmini ihâta edemedikleri şeyi yalanladırlar” (Yûnus, 10/39). Eğer akıl ilim ve irfan ile terbiye edilip yükselirse “akl-ı ma’âd ya’nî sonu düşünen akıl” olur. Bu akıl şehâdet âleminin üstündeki âlemlerin hallerini de idrâk eder. Şimdi akl-ı maâş kendi mertebesinde çeşitli olduğu gibi, akl-ı ma’âd dahi öylece çeşitlidir. Akılların minberlerinin çeşitli oluşu i’tibâriyle, sonsuz mertebeleri vardır.
Ancak bu çeşitlilik akl-ı külle ulaşınca ortadan kalkar. Çünkü akl-ı kül mertebesi akılların bütün mertebelerini toplamıştır. Çünkü onun mertebesi “şehâdet,” “misâl,” “rûhlar” ve “sâbit ayn’lar’’ mertebelerinin üstü olan “vahdet ya’nî birlik mertebesi”dir. Ve onun üstü “salt ve sırf zât”tır ki, bütün vasıflar orada yok hükmündedir. Ve onun üstü yoktur; ve bu mertebenin akıl ile münâsebeti yoktur. Nebîler (aleyhimüVselâm) ile onların vârisleri olan tahkîk ehlinin kâmilleri hazretlerinin akılları “akl-ı kül”dür. Onun için onların idrâk ettikleri şeyi süflî mertebelerde olan akıllar idrâk edemez. Ve bu idrâk yokluğu sebebiyle i’tirâz ve inkâr ederler. Ancak akılların bu mertebelerini ârif olan kimseler, onların haber verdikleri şeyin hakikatini idrâk edemeseler bile, onları tasdîk ve teslîm eylerler.
Bu hâli bir örnek ile îzâh edelim; Henüz okuma öğrenmekle uğraşan bir çocuğa fizik problemlerinden bahsedilse idrâk edemez. Çünkü henüz aklı o mertebeye yükselmemiştir. Ve aynı şekilde trigonometri ilmine vâkıf olmayan bir kimseye: “Galata Kulesi’nin kaç metre uzunluğunda olduğunu yanına gitmeden ölçmek mümkündür” denilse inkâr eder. Çünkü onun akıl mertebesine göre kuleleri böyle ölçmek mümkün değildir. Bu âlemde bunun örnekleri çoktur.
İşte cenâb-ı Şeyh-i Ekber (ra) hazretlerinin “Bizim akıllarımıza sığmayan” ifâdesinin ma‘nâsı budur. Yoksa hakîkatte aklın dışında hiçbir şey yoktur. Akıl ve onun mertebeleri bir ilâhî hîbedir. Bu mertebeleri ve aklın bu mertebelerine mahsûs olan ba‘zı ilimleri, Hak Teâlâ kullarından dilediğine ihsân eder. Nitekim “Yu’til hikmete men yeşâu” ya’nî “Hikmeti dilediğine verir” (Bakara, 2/269) ve “Ve allemnâhu min ledünnâ ilmâ” ya’nî “Ledünnümüzden ilim öğrettiğimiz” (Kehf, 18/65) buyurur. Ve bunun çalışıp kazanmakla olmayıp hîbe ile olduğu bu âlemdeki haller ile âşikârdır. Nitekim bir okula devâm eden çocukların seviyesi öğrenme husûsunda eşit değildir. Ba’zıları çok çalışır, az şey öğrenir; ba‘zıları az çalışır çok şey öğrenir Bu ancak ilâhî hîbedir. Kehf sûresinde geçen Mûsâ ve Hızır (aleyhime’s-selâm) kıssası Hak Teâlâ’nın kullarından ba’zılarına ba‘zı ilimleri has kıldığına yeterince iknâ edici bir delîldir.
“Lâ yus’elu ammâ yef’alu ve hüm yus’elûn” (Enbiyâ, 21/23) ya‘nî “Hak Teâlâ hazretlerine işlediği şeyden suâl olunmaz. Kendilerine hitâp gerçekleşenler mes’ûldürler.” Çünkü Hak Teâlâ mutlak cevâd ya’ni çok cömerttir; ve onun tecellîleri dâimdir. Kul kendi isti’dâdına göre onun tecellîlerini kabul eder. Bundan dolayı “Niçin ihsân ettin?” diye Hakk’a soru yöneltilmez. Belki “Niçin isti’dâdının noksanlığından dolayı ilâhî tecellîleri kabûl etmedin?” diye kullara soru yöneltilir. Ve aynı şekilde “îsti’dâdı dahi Hak vermiştir; kul ne yapsın?” denemez. Çünkü ezelî isti‘dâdlar yapılmış değildir; ilâhî isimlerin gerekleridir. İlâhî isimler yapılmış olmadığı gibi, onların gerekleri de yapılmış değildir. Burası sırf vahdet ya’nî birlik makāmıdır. Bundan dolayı soru ve cevâp kesilir. Soru ve cevap çokluklar içinde olmaktadır. Ve çokluklar i’tibârî gayrılıktır. Nitekim bu kitabın başlarında şerh yoluyla îzâh edilmiştir.
Şimdi yukarıda îzâh edilen hakîkate vâkıf olan ashâb-ı kirâm hazretlerinden soru çıkmadı. (Sav) Efendimiz’e öğle ve akşam namazlarının sebebi ve illeti nedir? Niçin öğle ve ikindi namazlarında gizli ve sabâh ve akşam namazlarında âşikâr olarak Kur’ân okunur? diye soru sorulmadı. Biz böyle soru sorulduğuna dâir bir rivâyet işitmedik. Çünkü olmadı. Çünkü aklı çalışanlar indinde onun ma’sûmluğu sabit ve doğruluğu açık ve teblîğlerini kendi nefsinden uydurup söylemediği anlaşıldı. Fakat kalblerinde doğruluktan eser olmayan bir takım ahmaklar Kur’ân-ı Kerîm hakkında “in hâzâ illâhtilâk” ya’nî “bu ancak uydurmadır” (Sâd, 38/7) dediler.
Şimdi ey dinleyici! Biz seni Nebî’nin vârisi ve takvâya sarılmış olan kimsenin ilâhî hikmetlerden söylediği sözler üzerine delîl talep eder bir hâlde görür isek, bu talebinden sende doğruluk sıfatının karar kılmadığını biliriz. Çünkü bir kimsenin takvâya devâmı ve ilâhî sınırları koruma gayretinde bulunması ilminin sıhhatine işâret eder.Nasıl ki, Peygamber’in mu’cizesini gördüğün vakit inkâra mecâlin kalmaz ve onun doğruluğunu mecbûren teslim eder isen, takvâ ehlini de öylece tasdîk etmelisin.
Çünkü nefsânî sıfatlar, insan vücûdunda mutlaka şiddetle ortaya çıkmayı ister. Hak Teâlâ hazretleri ilâhî hükümleri ile onu sınırlamış ve kayıtlamıştır. Eğer sınırlamamış ve kayıtlamamış olsaydı, insanlar aşağıların mutluluğu ve nefsânî ve hayvânî sıfatlar içinde boğulup aslî maksadı olan ilerleme ve yükselmeden mahrûm kalırlar idi. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
(Tîn, 95/4-6)
“Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm.
Sümme redednâhu esfele sâfilîn.
İllellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti fe lehüm ecrun gayru memnûn”
“Andolsun ki Biz, insanı, en güzel sûret içinde hálk ettik.
Sonra onu, aşağıların aşağısına iâde ettik.
Îmân edenler sâlih amel işleyenler hariç. İşte onlar için kesintisiz mükâfat vardır”
Böyle olunca ilâhî hükümlere hürmet ile nefsi ilâhî sınırlar dâiresinde kullanmak gâyet güçtür. Şiddetle açığa çıkmayı isteyen nefsin hükümlerine muhalefetle, bunu başaran kimse şüphesiz kerâmet sâhibidir. Nitekim Hak Teâlâ “inne ekremeküm indallâhi etkâküm” ya’nî “muhakkak Allah indinde en kerîm olanınız en çok takvâ sâhibi olanınızdır” (Hucurât, 49/13) buyurur.
Fakat nefsin hîleleri ve oyunları sebebiyle zâhirde takvâ sâhibi görünenler ile sâdece Allâh’ın vechi için takvâ sâhibi olanları ayırt etmek lâzımdır. Evvelkiler vehim yolunun sâlikleri olup Allâh’ın kullarının yol kesicileridir. İkinciler ise hakikat yolunun sâlikleri olup Allâh’ın kullarının kılavuzudur. Bunların her ikisi de sözlerinden ve fiillerinden anlaşılır. Mısra:
Sözünden olur ma’lûm kişinin kendi miktârı
Ve diğer mısra’:
Aynası iştir kişinin lâfa bakılmaz
Ya‘nî bir kimsenin sözünden irfan derecesi ve fiilinden de sözünün eri olup olmadığı anlaşılır. Cenâb-ı Şeyh (ra)’in tavsiyeleri, hakîkat yolunun yolcusu olan takvâ ehlinin sözlerini inkârın olmayışıdır. Yoksa henüz nefsinin hîleleri ve oyunları altında zebûn olanların sözleri zâten belli olduğundan, tamamıyla reddedilir. Doğruluk ehli olan önceki sınıfın sözlerini inkâr edersen sende doğruluk sıfatından bir parça bile bir şey yoktur. Bu gibi kerem sâhibi zâtların hallerini kendilerine mahsûs bilip teslim et! Sözlerini inkâr yönüne gitme! Ve “Yâ Rabbi bu hâs kuluna verdiğin ilimden beni de nasîplendirerek ilmimi arttır!” diye niyâz eyle! Belki sana da Hak tarafından böyle bir ilmin kapısı açılır.